Savaşlarla, yıkımlarla, katliamlarla dolu bir insanlık panoraması izliyoruz, 21. yüzyılda da! Kimi zaman bir ekran görüntüsünde, kimi zaman bir gazete sayfasında gözümüze çarpıyor kan lekeleri. Bugünlerde düşünüyorum da 21. yüzyılın ilk çeyreğindeki en büyük zalimleri kimlerdir? Cevap sanıldığından daha zor, daha karmaşık. Çünkü zulüm, yalnızca kanla, silahla, tankla ve tabutla değil; susturmakla, korkutmayla ve ideolojik baskıyla da yapılabilir.

Zulüm nedir?

Max Weber, modern sosyolojinin kurucularından biri olarak, güç ve meşru otorite kavramlarını titizlikle birbirinden ayırırken bu ayırım üzerinden zorbalık kavramını da tanımlamıştır. Ayrıca, onun bu ayrımı, gücün meşru kullanımı ile baskı arasındaki farkı anlamak için temel başvuru noktalarındandır.

Weber’e göre güç, bir bireyin veya grubun, direnişe rağmen kendi iradesini başkalarına kabul ettirebilme kapasitesidir. “Güç, bir toplumsal ilişkide, bir aktörün kendi iradesini başkalarının direncine rağmen gerçekleştirme olasılığıdır.” Bu güç meşru olmak zorunda değildir. Zorbalıkla, korku ile, zorlama ile gerçekleşebilir. Örneğin bir zorbanın tehditle bir köyü bastırması bu kapsama girer.

Weber’in esas katkısı, gücün meşrulaşma biçimlerini açıklamasıdır. Meşru güç, yani otorite, toplumun üyeleri tarafından haklı kabul edilen bir güç kullanım biçimidir. Weber'e göre insanlar bir otoriteye boyun eğiyorlarsa, bu sadece baskıdan değil, o otoriteyi meşru gördükleri içindir.

Weber’in 3 meşru otorite türü: 1-Geleneksel Otorite: Geçmişten gelen alışkanlıklarla meşrudur. Örneğin: Kabile reisliği, monarşi. 2-Karizmatik Otorite: Liderin kişisel özelliklerine ve olağanüstü yeteneklerine duyulan inançla meşruluk kazanır. Örneğin: Peygamberler, devrim liderleri (Hitler, Gandhi, Atatürk gibi çok farklı örnekler bu kapsama girer). 3-Yasal-Rasyonel Otorite: Hukuka ve kurallara dayanır. Modern devletlerin, bürokrasinin temeli budur. Örneğin: Cumhurbaşkanı, polis, hâkim gibi kurumlar.

Max Weber’in bu ayrımı, sadece bireysel değil devletlerin, liderlerin, rejimlerin de anlaşılmasında kritik bir çerçeve sunar. Bir lider sadece emir verdiği için değil, o emri halk meşru ve haklı görüyorsa otorite kurmuş olur. Ama halk sadece korktuğu için itaat ediyorsa, bu salt güç kullanımıdır ve sürdürülebilir değildir.

Ünlü Fransız düşünür Michel Foucault ise doğrudan “zulüm” kavramı üzerinden çok sık yazmamıştır; ama onun iktidar, baskı, gözetim, disiplin ve bilgi kavramlarına dair analizleri, modern zulüm biçimlerini anlamak açısından oldukça derindir. Foucault’nun yaklaşımında zulüm, sadece fiziksel şiddetle değil; normlarla, bilgiyle, söylemlerle, kurumlarla da gerçekleşebilir.

Foucault'ya göre modern iktidar, eski iktidarlardan farklıdır. Eskiden (örneğin Ortaçağ'da) krallar zulmü açıkça, fiziksel güçle uygularlardı: İdamlar, işkenceler, meydan cezaları… Ama modern çağda zulüm değişmiştir. Artık; insanlara "normal" olmayı öğretmek, davranışlarını gözlemleyerek içselleştirmelerini sağlamak, kurallar, normlar ve bilgi yoluyla denetim kurmak daha etkili bir zulüm biçimidir. Hapishanenin Doğuşu adlı eserinde bunu şöyle özetler: “İktidar artık sadece ‘öldürme’ hakkı değil, ‘yaşatma ve yönetme’ hakkını talep eder.”

Foucault'nun en çarpıcı tespitlerinden biri şudur: “Bilgi iktidardır.” Ama burada bilgi, sadece gerçekleri açıklayan değil, insanları sınıflandıran, ölçen, tanımlayan, yönlendiren bir iktidar aracıdır. Örneğin: Psikiyatri “deli” tanımıyla insanları tecrit eder. Tıp, “sağlıklı olanı” tanımlar, hastaları "anormal" ilan eder. Eğitim sistemi, "başarısız" öğrencileri damgalar. Bu sistemler şiddet içermeden de baskı kurar. Foucault'ya göre bu da bir zulüm biçimidir, çünkü insanları sessizce bastırır.

Foucault’a göre Panoptikon kavramı, modern zulmü anlamak için çok önemlidir. Panoptikon: Ortasında bir gözetleme kulesi olan hapishane modelidir. Her mahkûm izlenip izlenmediğini bilemez ama sürekli izleniyormuş gibi davranır. Foucault der ki: “Modern toplum da bir tür panoptikondur. İnsanlar gözetlenerek değil, gözetlenme korkusuyla kendilerini bastırır.” Bu, özgürlüğün içten bastırılması anlamına gelir. Yani modern zulüm; görünmezdir, sessizdir, içselleştirilmiştir.

Foucault için zulüm, yalnızca bastırma değil, insanı şekillendirme sürecidir. Kimliğimizi, cinsiyetimizi, akıl sağlığımızı, itaatimizi... Toplumun iktidar mekanizmalarıyla şekillendiririz. Böylece kişi, iktidarın istediği birey olur. Bu da bir tür "sessiz şiddettir. İnsan, özgür olduğunu zannederken aslında inşa edilmiş bir varlık olabilir.

Tarihte "dünyanın en büyük zalimi kimdir?" sorusu, tarihçilerin, filozofların ve toplumların ahlaki, ideolojik ve tarihsel bakış açılarına göre değişir. Yani bu soruya verilecek cevap kesin değil, yoruma açık bir sorudur. Ancak bazı isimler, zulüm, kitlesel kıyım, işkence, diktatörlük, baskı ve insanlık dışı uygulamalar bakımından tarih boyunca öne çıkmıştır.

İşte bunlardan biri:

Mao Zedong (1893–1976): Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurucusu; "Büyük Atılım" ve “Kültür Devrimi” politikaları yüzünden 30-50 milyon arasında insanın öldüğü tahmin ediliyor; açlığa sürüklenen milyonlar, işkence ve zorla çalışma kamplarıyla anılıyor.

Mao Zedong’un "Büyük Atılımı", 1958-1962 yılları arasında Çin Halk Cumhuriyeti’nde uygulanan ve Mao’nun liderliğinde yürütülen radikal bir ekonomik ve sosyal dönüşüm programıydı. Amaç, Çin’i kısa sürede tarım toplumundan sanayi toplumuna dönüştürmekti. Ancak sonuçları büyük bir felaketle bitti: milyonlarca insanın açlıktan ölümüyle sonuçlanan modern tarihin en trajik olaylarından biri hâline geldi.

Mao, Çin’i hızlıca sosyalist bir sanayi gücüne dönüştürmek istiyordu. Sovyetler Birliği'ne benzer ama daha “halkçı” bir kalkınma modeli hedeflendi. Plan, tarım ve sanayiyi aynı anda geliştirmekti. Bu amaçla kurulan halk komünleri yüzünden, köylüler özel topraklarını kaybetti. Büyük kolektif çiftliklerde herkes “ortak” çalıştı. Aile yemekleri kaldırıldı, ortak yemekhaneler kuruldu. Çocuklar ailelerinden alınıp komünlerde büyütüldü.

Milyonlarca köylünün tarlası, evi ve hayvanı devletleştirildi. İnsanlar “halk komünlerine” zorla yerleştirildi. Aile birliği dağıldı. Evde yemek yapmak yasaklandı. Herkes “ortak mutfakta” yemek zorundaydı. Gerçek dışı üretim hedefleri belirlenip gerçekleştirilmiş gibi raporlandı. Örneğin bir köy 100 ton buğday üretmişse, 500 ton diye yazıldı. Devlet, bu yalan raporlara göre tahıl topladı. Köylülerin yiyeceği kalmadı, kıtlık başladı. En az 30 milyon kişi açlıktan öldü. İnsanlar ağaç kabuğu, kil, ot, fare, hatta insan eti yemek zorunda kaldı. Bazı bölgelerde çocuklarını öldürüp yiyen aileler olduğu belgelenmiştir (bkz. Frank Dikötter, Mao’s Great Famine). Aydınlar, uzmanlar ve hatta partililer "üretim düşüklüğü" ya da "açlık" haberleri verdiğinde hain ilan edilip infaz edildi. Yaklaşık 2,5 milyon insan işkenceyle öldürüldü ya da çalışma kamplarına gönderildi.

Kültür devrimi (1966–1976): Zalimliğin ideolojik ve kültürel yüzü

Büyük Atılım felaketinden sonra Mao bir süre geri plana çekildi. Ancak 1966’da kendi konumunu yeniden güçlendirmek için devrimi gençlik üzerinden tekrar ateşledi: “Eski kültüre, eski fikirlere, eski geleneklere ve eski alışkanlıklara karşı savaş!”

Kırmızı Muhafızlar: Mao, lise ve üniversite öğrencilerini örgütleyerek onları “devrim ordusuna” dönüştürdü. Bu gençler öğretmenlerini, ebeveynlerini, komşularını “burjuva, karşı-devrimci” diye ihbar etti, dövdü, öldürdü. 11 yaşındaki çocuklar bile "karşı-devrimci" oldukları için öldürüldü. Milyonlarca entelektüel ya öldürüldü ya da köylere sürgün edildi. Ünlü Çinli yazar Lao She, aşağılanıp sokakta dövüldükten sonra intihar etti. Bazı üniversite hocaları, öğrencileri tarafından dayakla öldürüldü.

Tapınaklar, tarihi binalar, antik kitaplar, tablolar yok edildi. Konfüçyüs heykelleri parçalandı. 2000 yıllık Çin kültür birikimi “eski” olduğu için yerle bir edildi. “Toprak sahibi sınıf”, “zengin köylüler”, “şehirli elitler” olarak tanımlanan insanlar köylülerce linç edildi. İnsanlar sadece soyadları ya da meslekleri nedeniyle “sınıf düşmanı” sayıldı. Tahminen 1–2 milyon kişi öldürüldü, 10 milyonun üzerinde kişi işkence gördü.

Felaketin büyüklüğü ilk başta gizlendi. Mao, başlangıçta hataları kabul etmedi; hatta kıtlığı dış güçlere veya doğaya bağladı. Bu durum, Çin tarihinde en büyük insani felaket olarak anılır. Bugün Çin’de bu dönem hâlâ resmî olarak çok sınırlı şekilde konuşulur. Mao'nun ütopyacı sosyalizm anlayışı, bilimsel veriler yerine ideolojik hırslarla yönlendirildi. Foucault’nun “biyopolitika” kavramı burada geçerlidir: Devlet, halkın yaşamı ve ölümü üzerinde doğrudan güç sahibi olmuştu. Karl Popper’ın "kapalı toplumlar" uyarısı bu süreci doğrular: Eleştiri mekanizmaları kapatıldığında gerçeklik yok olur.

Zulüm sessizliktir

Zulüm, insanları öyle bir noktaya getirir ki, insanlar artık itiraz etmeyi değil, düşünmeyi bile unutur. Çünkü düşünmenin sonunda konuşmak vardır, konuşmanın sonunda direnmek... Oysa zulüm, önce bunu yok eder: İnsanın iç direncini.

Bugün dünyanın birçok ülkesinde, hatta bazen yanı başımızda; insanlar baskı, açlık ve korkuyla yaşamaya zorlanıyor. Adına “demokrasi” denilen rejimler bile, çoğu zaman en acımasız susturma mekanizmalarını kullanıyor. Zalimin kıyafeti değişiyor ama bakışı hep aynı kalıyor.

Zalimin anatomisi

En büyük zalim: Bazen cüppeli bir yargıç, bazen kravatlı bir teknokrat olur; bazen televizyon ekranında sesini yükselten bir yorumcu, bazen okul kitaplarına sansür koyan bir eğitim bakanı olur; bazen de bir baba olur evde, ya da devletin güvenlik elemanları olur sokakta. Ancak zalim, nerede ve nasıl olursa olsun, hiçbir zaman tek başına değildir. Zalimi asıl var eden ve ona güç veren; “etrafındaki iyilerin sessiz çoğunluğudur.”

Zulme karşı direnmek

Zulme karşı direnmek ise sadece meydanlarda haykırmakla değil, korkmamakla, unutmayı reddetmekle, gerçeği ısrarla anlatmakla olur. Bir çocuğa kitap okumak, bir kadına güven vermek, bir yaşlıya umut olmak da direniştir. Çünkü zulüm en çok, kolektif iyiliği hedef alır. Zulme ve zalime karşı direnişte dayanışma ve kolektif iyilik temel önemdedir. Zulüm, bireylerin yalnız kaldığında karşı koyamayacağı kadar güçlü ve sistematik bir yapıya bürünebilir. Bu durumda toplumsal direncin örgütlü biçimlerde ortaya çıkması hem tarihsel hem de etik olarak kaçınılmazdır. Bu örgütlü direnişin temelinde de dayanışma ve kolektif iyilik anlayışı yatar.

Kolektif iyilik, yalnızca bireyin değil, bir topluluğun, bir halkın ya da insanlığın bütününün yararına olan değer, davranış ve kararları ifade eder. Bu kavram: “Benim iyiliğim” yerine “bizim iyiliğimiz” ilkesini koyar. Toplumun en zayıf halkasını gözetmeyi temel alır. Adaletin yalnızca adalet saraylarında değil, sokakta, okulda, işyerinde, evde ve cezaevinde yaşanması gerektiğini savunur. “Kimse özgür değilse, ben de özgür değilim” anlayışıyla hareket eder.

Zulme karşı bireysel tepkiler önemlidir ama sürdürülebilir ve etkili olan, ortak acılardan beslenen kolektif direniş biçimleridir. Dayanışma; umudu çoğaltır, korkuyu azaltır, direnişi görünür ve meşru kılar, sessiz bırakılanların sesi olur. Zulmün olduğu yerde tarafsızlık, zalimin tarafında olmak demektir (Desmond Tutu).

Kolektif iyilik ne zaman ortaya çıkar?

Adaletsizliğin artık kişisel değil, toplumsal bir yara hâline geldiği anlarda. Sessiz kalan çoğunluğun birdenbire “ben de seninleyim” dediği anlarda. Bireyler kendi çıkarlarını değil, toplumsal bütünün iyiliğini düşündüğünde. Ezilenler birbirini “rakip” değil “yoldaş” olarak gördüğünde.

Zalimler kolektif kötülüğe dayanır: yalan ağları, korku atmosferi, itaat kültürüyle...
Mazlumlar ise ancak kolektif iyilik sayesinde ayakta kalabilir: Vicdan, merhamet, adalet, cesaret ve dayanışma ile. Zulme karşı direniş, bir ahlaki görevdir. Bu görev, bireylerin kendi iç sesine kulak vermesiyle başlar ama kolektif ses yükselmedikçe tarih değişmez. Zulüm yalnızca bireyi değil, toplumu hedef alır. O hâlde direnç de sadece bireyin değil, toplumun hakkıdır. “Zulüm bir kişiye yapılmışsa, hepimizedir; dayanışma bir kişiden başlarsa, herkese yayılır.” Devam edecek…