Dünya bugün, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar tehlikeli bir eşiğin kenarında. Kıyamet Saati, yani bilim insanlarının oluşturduğu o sembolik saat, gece yarısına tam 89 saniye kaldığını söylüyor. Bu saat, insanlığın felakete ne kadar yakın olduğunu ölçen bir uyarı mekanizmasıdır. Gece yarısı “uygarlığın çöküşü” demektir.
Kıyamet Saati (Doomsday Clock), dünya çapında nükleer fizikçilerin, Nobel ödüllü bilim insanlarının içinde bulunduğu “Bulletin of the Atomic Scientists” tarafından oluşturulan sembolik bir saat. “Gece yarısı”, insan uygarlığının yok oluşunu temsil ediyor. Akrep ve yelkovan ne kadar gece yarısına yakınsa risk o kadar büyüktür. 2025 itibarıyla saat gece yarısına 89 saniye kalayı gösteriyor ve bu, tarihteki en yüksek risk seviyesi.
Bu göstergenin arkasındaki temel unsurlar: Nükleer savaş ihtimali, iklim krizi, yeni teknolojilerin (özellikle yapay zekânın) kontrolsüz gelişimi, küresel siyasi istikrarsızlık. Bilim insanları, bu dört etkenin birlikte çalışarak insanlığı bir “uçurumun kenarına” getirdiğini düşünüyor.
Özetle, dünya hiçbir zaman bu kadar tehlikeli olmamış. Savaşlar, nükleer silahlar, iklim krizi ve yeni teknolojiler aynı anda risk oluşturuyor. “Tehlike kapıda, çok yaklaştık; ama henüz zaman var.” Bu saat, insanlara “Uyanın, dikkat edin, önlem alın!” denmesi için kullanılan bir uyarı sembolü. İstersek akrebi geri götürebiliriz; yani tehlikeyi azaltabiliriz. Ama şu anda gösterge “en kırmızı noktada.”
Oxford Üniversitesi’nden küresel riskler üzerine çalışan bir filozof ve etik uzmanı olan Toby Ord’un “The Precipice (Uçurum)” adlı kitabı, insanlık tarihindeki varoluşsal riskleri bilimsel ve matematiksel modellemelerle anlatan en kapsamlı çalışmalardan biri. Ord’a göre; bu yüzyılda insanlığın varoluşsal bir felaket yaşama ihtimali yaklaşık altıda bir (%17). Bu risklerin en büyüğü, nükleer savaş ve biyolojik felaketlerin yanı sıra kontrolsüz yapay zekâ. Ord’un çalışmaları, bugün Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve birçok ülkenin risk yönetimi politikalarında referans alınıyor.
Dünya genelinde binlerce iklim bilimcisinin oluşturduğu, Birleşmiş Milletlere bağlı en yetkili bilimsel kurul olan IPCC’nin (Hükümetler arası İklim Değişikliği Paneli) görevi; Dünyanın ısınma hızını ölçmek, gelecek senaryolarını modellemek, devletlere politika önerileri sunmak.
Bu bağlamda IPCC basitçe şunu yapıyor: Dünyanın dört bir yanındaki binlerce iklim bilimcisinin çalışmalarını tarıyor, bu bilimsel çalışmaları birleştirip raporlar haline getiriyor, ülkelerin hükümetlerine “Dünya şu hızla ısınıyor, olası senaryolar şunlar, riskler bunlar” diye bilimsel özet sunuyor. Yani “iklimle ilgili en ciddi, en kapsamlı bilimsel kanaat nedir?” sorusunun resmi cevabı buradan geliyor.
“1,5 derece eşiği” tam olarak ne demek?
Bu kavram çoğu okur için havada kalıyor, onu da adım adım açalım. “1,5 derece” derken; bugünkü dünyanın ortalama sıcaklığını, sanayi devrimi öncesi dönemle (yaklaşık 1850–1900 arası) karşılaştırıyoruz. Yani soru şu: Dünya atmosferi, sanayi devrimi öncesine göre ortalama kaç derece daha sıcak?
Şu an bu artış yaklaşık 1,2 derece. Peki neden 1,5 derece “eşik” sayılıyor? 1,5 derece; Paris İklim Anlaşması’nda ülkelerin “mümkünse altında kalalım” diye uzlaştığı sınır. İklim sisteminde geri dönüşü zor bazı değişimlerin belirginleştiği nokta olarak görülüyor.
Bu anlamda eşik:1,5 dereceye kadar hasar var ama yönetilebilir; 1,5 derecenin üzerine çıktıkça riskler çok hızlı artıyor ve geri dönüş daha da zorlaşıyor. Örneğin, aşırı sıcak dalgalarında ölümler artıyor, bazı bölgelerde tarım verimi düşüyor, mercan resiflerinin büyük kısmı ölüyor (bunun deniz ekosistemi ve balıkçılığa zincirleme etkisi var), kuraklık ve su krizi, göçleri ve çatışma riskini artırıyor.
“1,5 derece eşiği aşılacak” derken ne kastediliyor?
Bu da iki düzeyde önemli, onu özellikle basitleştirelim. Öncelikle bu, tek yıllık sıçrama değil, kalıcı ortalama. Bazı yıllarda kısa süreli olarak 1,5 dereceyi görmek, tek başına “eşik aşıldı” demek değil. Bilim insanları “eşik aşıldı” derken, 20 yıla yakın bir dönem ortalamasının kalıcı biçimde 1,5 dereceyi geçmesini kastediyor.
IPCC’nin tahmini şunu söylüyor: Mevcut gidişle, 2030–2040 arasında, Dünya’nın ortalama sıcaklık artışı büyük olasılıkla 1,5 dereceyi kalıcı biçimde geçecek. Yani “1,5 derece eşiği aşılacak” dediğimizde kastettiğimiz şey; Dünya, sanayi öncesine göre daha sıcak hale gelerek yeni sıcaklık düzeyine oturacak ve yüzyıl sonunda yaklaşık 2,6°C ısınma olacak. Bu da iklimdeki olağan dışı olayları nadir istisnalar olmaktan çıkarıp, yeni “normal” haline getirecek.
Bu seviyeler; kuraklık, orman yangınları, seller, sıcak dalgaları ve kitlesel göç gibi etkileri tetikleyerek jeopolitik gerilimleri artırıyor. İklim krizi yalnızca çevresel değil, siyasi ve ekonomik krizlere de yol açıyor…
Nükleer silahların gölgesinde bir Dünya
Bugün yeryüzünde 12 binden fazla nükleer savaş başlığı bulunuyor. Bunun, %90’ı ABD ve Rusya’ya ait. Çin son beş yılda stokunu hızla artırmakta. Kuzey Kore, Pakistan ve Hindistan gibi ülkeler bölgesel riskleri büyütüyor.
Nükleer bir savaşın sonuçları: Milyarlarca insanın ölümü, atmosfere karışan kurum ve gazlarla “nükleer kış”: Küresel sıcaklıkların yıllarca düşmesi, tarımın çökmesi, büyük açlık krizleri, uygarlığın temel enerji, iletişim, sağlık ve ekonomik altyapılarının çökmesi.
Bilimsel görüş şu: Tam ölçekli bir nükleer savaş, insan uygarlığını geri dönülmez şekilde geriye savurabilir.
İklim krizi, ekonomik bozulma ve siyasi çatışmaların etkileri: “Çoklu kriz”
Günümüzde yaşanan sorunlar, birbirini besleyen çoklu kriz durumudur ki bu; kuraklık, gıda fiyatları, sosyal huzursuzluğun siyasi otoriterleşmeyi tetiklemesi; enerji krizi ve ekonomik küçülmenin savaş riskini artırması; aşırı sıcaklar, iç göç, kentleşme krizinin yoksulluğun derinleşmesini tetiklemesi anlamına geliyor.
Bu döngü, özellikle Orta Doğu, Afrika’nın Sahel bölgesi ve Güney Asya’da ekonomik ve sosyal kırılganlığı artırıyor. Bu da uluslararası çatışma ihtimalini büyütüyor.
Salgın hastalıklar ve biyolojik tehlikeler
COVID-19, aslında “orta şiddette” bir salgındı. Daha ölümcül bir virüs, dünya üzerinde; daha büyük ekonomik çöküş, sağlık sistemlerinin tamamen çökmesi, küresel tedarik zincirlerinin durması gibi etkiler yaratabilir.
Biyolojik riskler iki kaynaktan geliyor: Doğal virüsler (örneğin yeni bir grip türü, kuş gribi, zoonotik hastalıklar). Laboratuvar kaynaklı veya genetik müdahale ile geliştirilmiş patojenler. Sentetik biyoloji teknolojisinin hızla ucuzlaması, uzmanlara göre 21. yüzyılda en büyük sivil güvenlik risklerinden biri.
Yapay zekâ: Uygarlığın en belirsiz riski
Yapay zekâ (AI), yalnızca bir teknoloji değil; diğer tüm riskleri büyütebilecek bir “hızlandırıcı”. Neden tehlikeli? Yapay zekâ ile savaş kararlarında otomasyon artıyor. Yanlış radar verisi veya kasıtlı provokasyon, insan onayını beklemeden savaşı tetikleyebilir. Yapay zekâ; dezenformasyon üretebilir, seçimleri manipüle edebilir, toplumsal kutuplaşmayı artırabilir; biyolojik veri tabanlarına erişerek ölümcül patojenlerin tasarımını kolaylaştırabilir. Toby Ord’un analizine göre, bu yüzyıldaki en yüksek varoluşsal risk başlığı; kontrol dışı yapay zekâ.
Gezegen fiziksel olarak güvende; uygarlık değil
Dünya’nın kendisi ancak milyarlarca yıl sonra Güneş’in kırmızı dev evresine girdiğinde yok olacak. Fakat insan uygarlığının bugünkü karmaşıklığını sürdürmesi garanti değil. İki temel gerçek: Doğal riskler (asteroit, süper volkan vb.) çok düşük. İnsan kaynaklı riskler (nükleer savaş, iklim krizi, yapay zekâ, biyoteknoloji) ise; tarihte ilk kez böylesine tehlikeli bir birleşim halinde.
Bu nedenle bilim insanları, 21. yüzyılı “insanlığın kaderinin belirleneceği yüzyıl” olarak tanımlıyor.
En gerçekçi üç senaryo
İyi senaryo: Kontrollü dönüşüm
Nükleer silah sayıları ciddi biçimde azaltılır. Fosil yakıtlar hızla bırakılır. Yapay zekâ sıkı düzenlemelerle denetlenir. Biyoteknoloji güvenliği sağlanır. Uygarlık 2100’ü hatırı sayılır bir sarsıntıyla ama ayakta karşılar. İnsanlığın geleceği binlerce yıla yayılabilir.
Orta senaryo: Sürekli krizlerle yaşayan bir Dünya
Muhtemelen şu an gittiğimiz yol budur: İklim 2–3°C civarında ısınır. Bölgesel savaşlar devam eder. Zaman zaman büyük ekonomik şoklar yaşanır. Bazı bölgelerde yaşam ciddi biçimde zorlaşır. Uygarlık çökmese de çok daha otoriter, eşitsiz ve kırılgan bir dünya oluşur.
Kötü senaryo: Medeniyetin çöküşü
Büyük bir nükleer savaş, 3–4°C iklim ısınması, ölümcül bir küresel salgın, yapay zekâ kaynaklı sistemik bir hata veya kriz. Küresel ekonomi, sağlık sistemi, tarım ve devlet yapıları çöker. İnsanlık küçük gruplar hâlinde daha geri bir sosyal düzeye gerileyebilir. Bu senaryo düşük ihtimal değildir; Toby Ord’un toplam %17’lik risk tahmini bu tabloya işaret ediyor.
Sorunun kaynağı kimler?
Dünya büyük bir kaosa sürüklenirken, gezegenimizin sorunları, yalnızca sermaye sahiplerinin, devlet aygıtını yöneten otoriter liderlerin ya da küresel şirket çıkarlarının ürünü değildir. Aynı zamanda geniş toplumların bilinçli–bilinçsiz rızasının, korkaklığının, konforunun, vurdumduymazlığının ürünüdür.
Devlet sermaye ittifakı: Krizin en görünür yüzü
Bugün küresel ölçekte bir “kapitalist iktidar blokundan” söz etmek mümkün. Bu blok üç ayak üzerine kurulu: Devleti ele geçiren otoriter siyasetçiler, devletle çıkar ortaklığı kuran büyük sermaye grupları, bu iki yapıyı ayakta tutan medya gücü.
Bu üçlü yapı, dünyayı yönetirken herhangi bir ahlaki veya insani kriter gözetmiyor. Örneğin: Nükleer silah stokları azaltılmak yerine artırılıyor. Fosil yakıt şirketleri, iklim krizinin ana sorumlusuyken uluslararası zirvelere sponsor oluyor. Silah şirketleri, her bölgesel krizden sonra kâr rekoru kırıyor. Yapay zekâ şirketleri, insanlığın geleceğini belirleyecek teknolojileri tamamen kâr maksimizasyonuna göre geliştiriyor. Sonuç; Dünyayı yönetenlerin çıkarı ile halkların çıkarı arasında tarihsel bir uçurum oluşuyor. Bu tablo Kıyamet Saatini ileri götüren temel etkenlerden biri.
Tek suçlu kapitalistler mi?
Halkların sessizliği de bir suç ortaklığıdır. Buraya kadar anlatılanlar tanıdık; kapitalist sistem, otoriter rejimler, şirket egemenliği, siyasi çıkar ağları… Peki ya bu düzene boyun eğen, ses çıkarmayan, hakkını aramayan kitleler? Onları nereye koyacağız?
Tarih boyunca hiçbir otoriter rejim, halkların rıza üretme mekanizması olmadan ayakta kalmadı. Bugün de milyonlarca insan; kendi hayatı dışında hiçbir şeye dokunmayan, yanı başındaki adaletsizliğe sessiz kalan, sivil öfkesini örgütlemeyi bilmeyen, politik bilinç geliştirmek yerine sosyal medya oyalanmasıyla yetinen, siyasi olan her şeyden uzak duran, korkunun, konforun ve alışkanlığın esiri olmuş durumda. Bu kitleler, sisteme aktif olarak destek vermiyor belki, ama pasif rızaları ile sistemin varlığını sürdürüyor. Bu da en az sermayenin açgözlülüğü kadar tehlikeli. Çünkü sessiz kitleler olmadan büyük kötülükler uzun süre ayakta kalamaz…
Tüm bunların ışığında, günün sonunda aklımızdan çıkarmamamız gereken gerçek ise ortada: Kıyamete tam tamına 89 saniyemiz kaldı…