20. yüzyılın sonu, özellikle de 1989 sonrası dönem, birçoklarının zihninde “liberalizmin nihai zaferi” olarak yer etmişti. Berlin Duvarı yıkıldığında Samuel Huntington, Francis Fukuyama ve dönemin liberal düşünürleri aynı hikâyeyi farklı kelimelerle tekrarlıyordu: Liberalizm galip gelmişti. Tarih, artık otoriter rejimlerin değil, liberal demokrasinin lehine akacaktı.
Ancak, 21. yüzyılın ilk çeyreği, bu iyimserliğin ne kadar kırılgan olduğunu bütün dünyaya gösterdi. Bugün, liberalizm kavramının kendisi sorgulanıyor. Göç ve iklim krizi, ekonomik güvensizlik, kutuplaşma, popülizm, kurumsal çürüme, çatışmalar, nükleer savaş olasılığı, uluslararası kurumların etkisizleşmesi ile otoriterleşme eğilimleri artık münferit değil; küresel bir olgu. Ortaya çıkan tablo, liberal değerlerin, kapitalizmin ürettiği tarihi sorunlara ve çelişkilere yanıt veremez hâle geldiğine; asıl meselenin, dönemsel bir kriz değil, yapısal bir sorun olduğuna işaret ediyor.
Popülizmin küresel tırmanışı
Donald Trump’ın seçilmesi, Viktor Orbán’ın Macaristan’da kurduğu “otoriter rejim”, Hindistan’da Modi’nin Hindu milliyetçiliği, Brezilya’da Bolsonaro’nun militarist söylemi, İsrail’de Netanyahu’nun otoriter sağ blokla kurduğu güç… Bu örnekler birer istisna değil. Hepsi aynı jeopolitik dönemin paydaşları. Popülizmi yalnızca siyasetçilerin söylemi üzerinden açıklamak kolaycılık olur. Daha derinde ise, halkların uzun süredir hissettiği üç büyük kırılma var: Ekonomik güvencesizlik; dijital çağın yarattığı yeni sınıfsal yara. Kültürel yabancılaşma; hızla değişen dünyada kimlik kaybı ile etnik, dini, mezhepsel vb. küçük gruplara sığınma ihtiyacı. Temsil krizi; siyaset kurumunun, toplumu eşit ve adil yönetmekten çok, egemen güçlerin sözcülüğünü yapması. Popülist liderler bu zeminlerde, karmaşık sorunlara, halkların duymak istediği, aslında gerçekleştiremeyecekleri vaatlerde bulunarak yükseldiler; toplumsal öfkenin dili, ekonomik ve sosyal sorunlara ciddi bir reçete sunmaktan aciz siyasi elitlerin elinde, halkı oyalama maksadı ile araçsallaştırıldı.
Demokratik kurumların aşınması
Demokrasi, bir seçim günü ve sandığa gitme meselesi değildir; kurumlarla yaşar. Yargı bağımsızlığı, basın özgürlüğü, güçler ayrılığı, hesap verebilirlik mekanizmaları… Bugün bu kurumların çoğu, dünyanın pek çok yerinde ya işlevsizleşti ya da siyasal müdahaleye açık hâle geldi. Amerika’da Yüksek Mahkeme’nin siyasallaşması, Macaristan’da medyanın iktidar yanlısı gruplarca ele geçirilmesi, Türkiye’de yargının yürütme gücü karşısında zayıflaması,
İsrail’de Netanyahu’nun, reform adı altında yargıyı denetleme girişimi… Tüm bu örnekler, demokrasinin “kâğıt üzerinde” var olup “pratikte” eridiği bir çağın işaretleri. Kurumların çöküşü, devrimler dışında dramatik değildir. Demokratik kurumlar, ilk çeyrekte de¸ yavaşça yıpratılarak çökertildiler.
Liberal demokrasinin değer krizi
Sorun yalnızca kurumların aşınması değil, aynı zamanda, liberal demokrasinin dayandığı temel değerlerin toplum nezdinde geçerliliğini yitirmesi. Liberal demokrasinin varsayımları şunlardı: Kamuoyu bilgiye erişerek olgunlaşır. Siyasal rekabet, kurumlarla sınırlandırılır. Siyasal bağımsızlıklarını kazanan ülkeler, doğru ve kalkınmacı politikalarla gelişmiş ülkeleri yakalarlar, bunun içinde önce teknolojide modernleşme gerekir, arkasından özgürleşme modernleşmesi gelecektir. Bugün bu varsayımların hiçbiri işlemiyor. Dijital oligarkların tekeli nedeniyle dünya yeni bir sömürgecilik dönemine girmiş, bilgi bu oligarkların egemenliği altına girmiş; orta sınıflar dünyanın birçok gelişmiş ülkesinde dahi erimiş; siyasi bağımsızlık ya da ulus devletler beklenen ulusal kalkınmayı otomatik olarak sağlayamamış; siyaset kültürü, kutuplaşan aşırı uçların rekabetinde, otoriter rejimlere evrilmiş durumda…
Sosyal medyanın hakikati parçalayışı
Sosyal medyanın siyaset üzerindeki etkisi hâlâ yeterince kavranmış değil. Mesele “yalan haber” ya da “manipülasyondan” ibaret değil. Sorun, toplumun ortak bir gerçeklik zeminini kaybetmiş olması! Eskiden insanlar aynı haberi izler, yorumlarını farklılaştırırlardı. Bugün insanlar farklı haberleri izliyor ve farklı gerçekliklerde yaşıyor. Her birey, kendi doğrularını besleyen algoritmalarla izole edilmiş bir dijital evrene hapsoluyor. Bu durum, toplumları tartışamaz hâle getiriyor. Siyasette tartışma kültürü çökünce, geriye yalnızca öfke ve kimlik siyaseti kalıyor.
Kutuplaşma
Kutuplaşma, yalnızca farklı siyasi görüşlerin olması değildir. Kutuplaşma, toplumun birbirine tahammül edemez hâle gelmesidir. Araştırmalar şunu gösteriyor; ekonomik belirsizlikler korkuyu artırıyor, korku, grup aidiyetini güçlendiriyor; grup aidiyeti, karşı tarafı tehdit olarak algılatıyor; tehdit algısı, otoriterliğe desteği artırıyor. Bu döngü, dünyanın her yerinde aynı şekilde işliyor.
Uluslararası kurumların çöküşü
Bir zamanlar dünyanın hakemleri olan küresel kurumlar; BM, UNESCO, WHO bugün neredeyse etkisiz. Gazze’de siviller ölürken BM’nin kararları kâğıt üzerinde kaldı. Ukrayna işgal edilirken güvenlik mekanizmaları işlevsizleşti. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) pandemi sürecinde siyasi baskıların altında kaldı. Bu durumun nedeni, sadece uluslararası siyasetin sertleşmesi değil; devletlerin kendi iç krizlerini uluslararası düzene taşımasıdır. Uluslararası hukuk, ulusal çıkarların gölgesinde geçersizleşiyor.
Egemenlik kavramının yeniden tanımlanışı
Dijital çağda egemenlik, artık yalnızca toprak ve siyasal iktidar üzerinde kurulmuş bir otorite değildir. Bugünün egemenlik alanları üç başlıkta toplanıyor. Veri egemenliği; bir ülkenin vatandaşlarına dair veriler yabancı şirketlerin elindeyse, o ülke tam anlamıyla egemen değildir. Algoritmik egemenlik; toplumun nasıl bilgilendirileceği belirlenemiyorsa ya da belli güç tekellerinin elindeyse, seçim sonuçları bile manipüle edilebilir. Ekonomik egemenlik; teknoloji devleri, bazı devletlerden daha güçlü bütçelere sahip. Bu durum, klasik egemenlik kavramını fiilen deliyor. Bu nedenle 21. yüzyılın büyük sorusu artık şudur: Devletler mi teknoloji şirketlerini yönetecek, yoksa şirketler mi devletleri şekillendirecek?
Demokrasi bir mücadele zemini
21. yüzyılın ilk çeyreği, neoliberalizmin (ekonomik liberalizm) tükenişi ile demokrasinin yıprandığı bir dönem oldu. Demokrasinin gelişmiş ülkelerde bile ne kadar kırılgan olduğu, kurumların ne kadar çabuk aşınabildiği, popülist liderliğin ne kadar kolay yükselebildiği ortaya çıktı. Bugün gördüğümüz kriz, kapitalizme egemen olan neoliberalizmin krizidir. Dünya artık yeni bir sisteme giriyor ve bu sistemde; demokrasi artık kendiliğinden işleyen bir düzen değil; sürekli savunulması gereken bir alan. Demokratik kurumları ve hakikati korumak, toplumsal tartışmayı yeni bir dünya sisteminin kurulması etrafında canlı tutmak, 21. yüzyılın ikinci çeyreği için kaçınılmaz görünüyor… İkinci çeyrek, insanlığın bu zorunluluğu nasıl kavrayacağı ve ne tür yeni ideolojiler üreteceği sorusu etrafında şekillenecek…