Toplumların en tartışmalı meselelerinden biri, bireylerin değişip değişemeyeceği, dönüşüp dönüşemeyeceği sorusudur. Özellikle otoriter yapılarda kökleşmiş "biat kültürü" bağlamında bu soru daha da yakıcı hâle gelir. Biat kültürüne sahip bireylerin eğitilemeyeceği, değiştirilemeyeceği, dönüştürülemeyeceği yönünde yaygın bir kanaat vardır. Ancak bu kanaat, ilk bakışta güçlü ve gerçekçi görünse de hem felsefi hem sosyolojik açılardan ciddi sorgulamaları hak eder.
Bireyselleşme, en yalın hâliyle, bir insanın kendine özgü düşünceler geliştirmesi, kendi kararlarını alması ve toplumsal kalıplardan sıyrılarak kendi kimliğini oluşturması sürecidir. Başkalarının, toplumun ya da otoritelerin değil; kendi aklının, duygularının ve değerlerinin rehberliğinde yaşama durumudur.
“Biat” ise, Arapça kökenli bir kelime olup, “itaat etmek”, “sadakat göstermek”, “emir verene bağlılık yemini etmek” anlamlarına gelir. İlk olarak İslam tarihinde, Müslüman toplulukların peygambere ve halifelere bağlılık yemini olarak karşımıza çıkar. Zamanla bu kavram siyasal, dinsel, toplumsal ve kültürel alanlarda içselleştirilmiş bir itaati temsil etmeye başlamıştır. Bugün biat kültürü, sadece bireyin bir otoriteye boyun eğmesi anlamına gelmez; aynı zamanda sorgulamaktan vazgeçmiş, eleştirel düşünmeyi bastırmış, kendilik bilincini bir başkasının iradesine devretmiş bir zihin yapısını da ifade eder.
Biat kültürü farklı sınıf, mezhep, etnisite ve ideoloji gruplarında farklı gerekçelerle ortaya çıkabilir. İşte bazı çarpıcı örnekler:
Dindar Muhafazakâr Kesimlerde Biat: Yapı: Camii cemaati, tarikat mensupları, lider merkezli dini cemaatler. Motivasyon: İlahi iradeye ulaşmanın tek yolu olarak görülen “mürşide” ya da “hoca efendiye” sadakat. Eleştiri: Dini gelenekle inşa edilen itaat kültürü, bireysel aklı şeyhle, imamla, cemaatle değiştirme eğilimindedir.
Aile Yapılarında Biat: Yapı: Ataerkil aile yapısı, özellikle erkek otoritesine dayalı kontrol düzeni. Motivasyon: Babalık ya da kocalık makamının sorgulanmaz kabul edilmesi. Eleştiri: Bu yapı içinde özellikle kadın ve çocuklar “terbiye” adı altında sessizliğe ve itaate zorlanır.
Popüler Kültür ve Tüketim Toplumunda Biat: Yapı: Ünlü figürlerin ya da markaların çevresinde oluşan körü körüne bağlılık. Motivasyon: Kimlik arayışında boşluğu dolduracak bir figür ya da yaşam tarzına duyulan sadakat. Eleştiri: Bu biat türü, “eleştirel tüketici” değil, “sadık takipçi” yaratır.
Yukarıdaki örneklerden de görüldüğü gibi, biat kültürü yalnızca "cahil", "yoksul", "dindar" kesimlere özgü değildir. En seküler, en eğitimli, en modern kesimlerde bile farklı formlarda ortaya çıkabilir. Önemli olan, bu kültürün neden kök saldığını, bireylerin ne tür ihtiyaçlar ya da korkular nedeniyle biat etmeyi tercih ettiğini anlamaktır. Biat bir sonuçtur. Korkunun, yalnızlığın, güvensizliğin, baskının, eğitim eksikliğinin, eleştirel düşünce araçlarının yoksunluğunun sonucudur. Tüm bunlar giderildikçe, biat yerine katılım, eleştiri ve özgürlük yükselebilir.
Felsefenin en temel tartışmalarından biri, insanın doğasının sabit olup olmadığıdır. Platon’dan Rousseau’ya, Marx’tan Sartre’a kadar birçok düşünür bu soruya eğilmiştir. Jean-Paul Sartre’ın varoluşçuluğu, “insan kendisini inşa eder” önermesiyle, bireyin kendi eylemleriyle kim olduğunu belirlediğini vurgular. Sartre’a göre hiçbir insan ‘öz’ ile doğmaz; insan özünü zaman içinde yaşadıklarıyla, öğrendikleriyle ve verdikleri kararla belirler. Bu anlayışa göre, bir insanın bugün biat kültürü içinde olması, yarın özgür düşünceyle yaşamayacağı anlamına gelmez.
Aynı şekilde Marx da insan bilincinin toplumsal yaşam koşullarıyla şekillendiğini savunur. Dolayısıyla bireyleri değiştirmek için onların düşüncelerine değil, yaşam koşullarına, üretim ilişkilerine ve sınıfsal konumlarına bakmak gerekir. Biat eden bir birey, ekonomik bağımsızlık, özgür eğitim veya kolektif mücadele içinde dönüşebilir.
Kültür sosyolojisinin öncülerinden Clifford Geertz, kültürü “anlamlar sistemi” olarak tanımlar. Ona göre kültür, insanların dünyayı nasıl anlamlandırdıklarını belirleyen semboller ve pratikler bütünüdür. Bu sistem sabit değildir; tarihsel olaylarla, kuşaklar arası aktarım farklarıyla ve küresel etkilerle sürekli evrilir. Örneğin Japonya, II. Dünya Savaşı sonrası katı imparatorluk biat kültüründen çıkarak, demokratik değerlere yönelmiştir. Aynı şekilde Türkiye'de 1908 Jön Türk Devrimi veya 1960 sonrası yükselen sol hareketler, biat kültürünün sarsıldığı tarihsel kırılma anlarıdır. Bunlar gösteriyor ki kültür, özellikle de otoriteye bağlılık kültürü, mutlak değildir; eğitime, iletişime ve kriz anlarına bağlı olarak değişebilir.
Biat kültürü, çoğu zaman bireyin özünden değil, korkudan ve belirsizlikten beslenir. ErichFromm’un “Özgürlükten Kaçış” adlı eseri bu konuda temel kaynaktır. Fromm, otoriteye körü körüne bağlılığı, bireyin özgürlükle baş edememesiyle açıklar. Birey, seçim yapma sorumluluğunu kaldıramadığında, güçlü bir lidere bağlanarak bu sorumluluktan kaçar. Yani biat, aslında bir güçlülük değil, zayıflık belirtisidir. Bu durumda yapılması gereken, bireyi kınamak değil, ona güven duygusu kazandıracak ortamları sağlamaktır. Özgür düşünceyi öğrenen, ekonomik bağımsızlığa kavuşan, ifade hakkını kullanan birey, zamanla biat etmekten vazgeçebilir. Biat bir kader değil, öğrenilmiş bir davranıştır. Öğrenilen her şey gibi, bu da değiştirilebilir.
Toplumun bireyi dönüştürme gücü, bireyin kendini yeniden inşa etmesinden bile etkilidir. Fransız sosyolog Alain Touraine'in “aktör-toplum” kuramı, bireyin toplumsal mücadele içinde aktif bir özneye dönüşebileceğini gösterir. Touraine, “toplum değiştirilebilir, çünkü insanlar toplumun öznesidir” der. 2011 Arap Baharı veya Şili'deki öğrenci hareketleri gibi örnekler, yıllarca otoriteye boyun eğdiği varsayılan bireylerin nasıl özgürlükçü aktörlere dönüştüğünü göstermektedir. Bu tür hareketler sırasında insanlar “biat” değil “katılım” kültürü geliştirir.
Bu noktada akla şu soru gelebilir: “Peki ya bazı insanlar asla değişmiyorsa?” Bu, haklı bir sorudur. Ancak bu bireylerin tümüyle değişemez oluşundan değil, doğru araçlarla buluşturulmamış olmalarından kaynaklanabilir. Paulo Freire’in “Ezilenlerin Pedagojisi” adlı çalışmasında savunduğu gibi, eğitim yalnızca bilgi verme değil, özgürleştirici bir süreçtir. Bu süreçte birey, kendi yaşamı üzerine düşünmeye teşvik edilir ve kendi potansiyelini keşfeder. Dayanışma temelli topluluklar, bireye yalnız olmadığını ve başka bir dünyanın mümkün olduğunu hissettirir. Kolektif deneyimler, bireyin kendi dünyasını yeniden anlamlandırmasını sağlar.
Elbette her birey değişmez; ama bu, hiçbir birey hiçbir koşulda değişemez değildir. Biat kültürünün kalıcılığını yıkmak, değişim olanaklarını yadsımayı değil, onları daha iyi anlamayı gerektirir. Sosyolojik, psikolojik ve felsefi analizler, biatın bir kader olmadığını, bir durak olduğunu; dönüşümün ise insanlık tarihinin özünü oluşturduğunu gösterir. Bu nedenle, “biat kültürüne sahip insanlar eğitilemez, değiştirilemez ve dönüştürülemez” yargısı hem bilimsel hem de etik açıdan sorgulanmalı ve terk edilmelidir. Çünkü eğer bizler bu inançla yaşarsak, aslında biat kültürünün kendisini yeniden üretmiş oluruz: Umutsuzluk da bir tür teslimiyet yani biat sayılır!
Hannah Arendt’e göre totaliter sistemler, bireylerin kendi düşünme ve yargı yetilerini bir üst otoriteye devretmeleriyle güçlenir. Arendt, “Kötülüğün Sıradanlığı” kavramında, Nazi subayı Adolf Eichmann’ın aslında bir cani değil, sadece verilen emirleri sorgulamadan uygulayan “normal” bir memur olduğunu vurgular. Bu, biat kültürünün en tehlikeli sonucudur: sorumluluktan kaçış. Arendt’in uyarısı şudur: Birey düşünmeyi bıraktığı anda ya zalim olur ya da zulme ortak olmaya başlar.
Gramsci, iktidarların salt baskı ve zorlama ile değil, rızaya dayalı hegemonya yoluyla hüküm sürdüğünü söyler. Yani insanlar bazen baskıya zorlandıkları için değil, baskıyı içselleştirdikleri için boyun eğerler. Biat, çoğu zaman gönüllü bir itaattir, çünkü, birey sistemin dışına çıkma cesaretini ya da alternatifini göremez. Bu nedenle Gramsci’ye göre değişim, yalnızca iktidarın değil, halkın bilinç yapısının dönüşümüyle mümkündür.
Freire, “bankacı eğitim sistemi” dediği modele karşı çıkar: bu sistemde öğretmen “bilen”, öğrenci ise boş kaptır. Bu model biat üretir, çünkü, sorgulamak yerine ezberletir. Freire’nin alternatifi, diyalog temelli eğitimdir: birey öğrenme sürecine aktif katılır, bilgiyi sorgular, kendi deneyiminden bilgi üretir. Biat kültürüne karşı en etkili panzehir, Freire’ye göre katılımcı ve eleştirel pedagojidir.
Foucault, bilginin ve söylemlerin de birer iktidar aracı olduğunu söyler. İnsanlar çoğu zaman başkalarının fikirlerine değil, bu fikirlerin ardındaki görünmeyen iktidar ilişkilerine itaat ederler. Biat kültürü, yalnızca kişilere değil, belirli bir düşünce tarzına, bir normalliğe boyun eğmektir. Bu nedenle Foucault’nun önerisi, “normal” kabul edilen şeyleri sorgulamakla başlar. Yani itaat, en önce dilde, düşüncede ve algıda kırılmalıdır.
Biat kültürünü çözmek yalnızca bireysel cesaretle değil, toplumsal yapıyı dönüştürmekle mümkündür. Bu bağlamda;eleştirel düşüncenin yaygınlaştırılması, katılımcı demokrasi, eğitimin demokratikleştirilmesi, kültürel hegemonyanın kırılması gibi ilkeleri sıralayabiliriz. Alman filozof Immanuel Kant, aydınlanmayı şöyle tanımlar: “Aydınlanma, insanın kendi aklını kullanma cesareti göstermesidir.” Biat kültürünü kırmak için de en önce korkuyu kırmak gerekir. Bu ise, kolektif bir dayanışma gerektirir.