Dünyanın en güzel en verimli toprakları üstünde yaşıyoruz. Üç yanımız denizlerle çevrili. Coğrafyamız kıskanılacak ölçüde güzel, verimli; üstelik stratejik.
Fındık üretiminde dünya birincisiyiz. Sofralık zeytinde bazen dünya birincisi bazen ikinciyiz. Zeytinyağında ilk beşin içindeyiz. Doğru Karadeniz’deki çay da dünya ölçeğinde. Pek bilinmez; İzmir’in Bakırçay ovasında yetişen “mıntıka pamuğu” Söke ve Çukurova pamuğundan daha değerlidir. Ege’nin dağlarından bal, ovalarından yağ akar. Çekirdeksiz Sultaniye üzümünün, Aydın’ın kurutmalık incirinin dünyada emsali yoktur. Trakya ayçiçeği merkezidir. Akdeniz, dışarıya sattığımız narenciye, sebze ve meyve bölgesidir. Güneydoğudaki “durum buğdayı” kaliteli makarnanın olmazsa olmazıdır. Mercimekten başlayan bakliyat üretimi bu bölgenin zenginliğidir. Doğu Anadolu hayvancılıkta verimli yaylalarıyla öne çıkar. Ankara ve Toroslar ekonomik değeri yüksek sevimli keçileriyle ün salmışlardır. İç Anadolu buğday ve küçükbaş hayvancılıkta tarih boyunca isim yapmıştır. Türkiye, bağcılıkta dünyanın dört zengin ülkesinden biridir. Yakın zamana kadar şark tütünü dış satım kaleminin başındaydı. Denizlerimizdeki çeşit çeşit balıklar gerçek bir zenginliktir. Örnekleri alabildiğine çoğaltmak olası.
Türkiye, yakın zamana kadar dünyada kendine yeterli yedi ülkeden biri olarak biliniyordu. Günümüzde gıdanın çok gerekli olduğu dikkate alınırsa, vaktiyle gıdaya dayalı bir sanayi kurabilir ve zengin bir ülke olabilirdik. Planlı bir tarım ve üretim politikası bunu sağlardı.
Emperyalizm harekete geçti. Türkiye bu zengin durumdan çıkarılmalı tarımsal üretim azalmalıydı. Gazetelerde kampanya açıldı. Bazı köşe yazarları “köylü nüfusun yılda sadece 37 gün çalıştığını, bunların kentlere yönelmesi gerektiğini “söylüyorlardı. Dünya Bankası “doğrudan gelir desteği” adı altında tarlasının ekmeyen köylülere para dağıtmaya başladı. Kırsal kesim hızla boşaldı. Oysa kente gelenlerin çalışacağı ve köylüden işçiye dönüşeceği bir sanayi yoktu. Mesleksiz ve bir türlü kentli olamayan kitleler metropollerin çevrelerinde kimliksizleşerek kayboldular. Artık sağ iktidarların oy deposu olacaklardı. Sonuçta Kanada’dan mercimek, Arjantin’den ve Sırbistan’dan et satın almak zorunda kaldık. Türk çiftçisi yerine ABD, AB ve Güney Amerika köylülerine para kazandırmaya başladık. Genç nüfus köylerden uzaklaştı. Kalanlar da her gün artan mazot, gübre ve ilaç fiyatlarıyla boğuşuyor. Onlar da bu gidişle evlerine çekilecek. Boşalan topraklarda beton yığınları yükseliyor.
***
Dünyada görülmeyen bir uygulamayla her ilimizde bir üniversite açıldı. Oradaki esnafı memnun etmek, ekonomiyi canlandırmak için olsa gerek. Burada da kolaya kaçıldı. Hiçbir planlama yapılmadı. “Ülkenin hangi meslek elemanına ne kadar gereksinim var?” sorusuna yanıt vermeden bol bol kolay ve maaliyeti az fakülte ve meslek okulları yaratıldı. Laboratuvar, araç gereç donanımı olmayan Eğitim, Hukuk, Uluslararası İlişkiler, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi fakülteleriyle işe başladık. Aradan dört beş yıl geçince “atanmayan öğretmenler” sorunuyla karşı karşıya kaldık. Yakında avukat, hâkim ve savcı olamayan hukukçular sorunu ortaya çıkacak. Artık mühendisler motokuryelik, öğretmenlik kasiyerlik, ekonomistler garsonluk yapıyor.
Yirmi yılda “ihtiyar bir gençlik” yaratıldı. 12 Eylül öncesi Dev-Genç’in yerini günümüzün “Ev genci aldı!”. Gençlerin umutları ve hayalleri yok edildi. Okulu bitirenlerin gözü yurt dışında. Kalmak isteyenlerin önünde çok büyük bir engel var: Mülâkat! Mülâkat liyakatin katili oldu!
***
Dünyanın her yerinde çalışanların amacı sıkıntısız, ele güne muhtaç olunmayan bir emekliliktir. ABD, AB ve Japonya gibi ülkelerin emeklileri dünyayı geziyorlar. Bizim emekliler açlık sınırının altında bir maaşla yaşam mücadelesi veriyorlar. Ev kirası, doğalgaz, elektrik ve su faturaları en büyük düşmanları. Simit alacak paraları yok!
Orta sınıf fiilen tasfiye edildi. Oysa istikrarlı bir demokraside “olmazsa olmaz” unsur orta sınıftır. Ev ve araba almak hatta bir hafta tatil yapmak onlar için hayal ötesi… Mavi ve beyaz yakalı ayrımı tarih sayfaları içinde kaldı!
İşçi sınıfı ise her geçen gün irtifa kaybediyor. Boğaz tokluğuna çalışan işçiler sendikaya üye olunca kendilerini fabrika dışında buluyor. Direnince karşılarına jandarma çıkıyor. Sendikalı işçi ve sendika sayısı her geçen gün azalıyor.
Esnaflar siftahsız dükkân kapatıyor, prim borçlarını bile ödeyemiyorlar. Müşterisiz günlerde bekleşip duruyorlar. Özetle demokrasi tarihimizde görülmemiş bir gelir dağılımı adaletsizliği var. Bunun en doğal yansıması da keskin bir sınıf ayrımı.
***
Şimdi bu çiftçi, memur ve esnaflara “mümkün olduğu kadar çocuk yapın” deniyor. Okullara aç gelen öğrencilere bir öğün yemeği çok gören bir iktidar bunu nasıl söyleyebiliyor? Farz edelim öneriye uyuldu. Çocuk bezinden başlayan, okula boş beslenme çantasıyla giden sağlıksız bir kuşak ne işe yarayacak? Sağlıksız ve ucuz beslenme sonucu nüfusumuzdaki obezite oranı her geçen gün yükseliyor.
***
Siyasetteki kutuplaşma ise felaket! Ana muhalefet partisi şeytanlaştırılıyor. Yargı, 12 Eylül’ü bile geride bırakacak kadar taraflı. Halk oyu ile seçilen belediye başkanları hapishanelerde çile dolduruyor.
Bu ortamda halkın gündeminde olmayan yeni bir anayasa isteniyor. Yeni Anayasa’ya “Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararları” geçersiz mi yazılacak? Bağımsız yargının amentüsü “Hakimlerin coğrafi güvencesi” yok mu denecek? “Tutukluluk bir önlem değil, normal uygulamadır mı” denecek!
***
Dünyada ve Orta Doğu’daki gelişmeler ülkemizi yakından ilgilendiriyor. Türkiye’nin iç cephesi her zamankinden güçlü olmalıdır. Türkiye’de evrensel ölçülerde bir hukuk ve demokrasi yaşamı geçirilmeden, mevcut ve tehlikeli bir kutuplaşmadan hızla uzaklaşılmadan iç cephenin güçlü olması düşünülebilir mi? Yaşadığımız ortam ve koşullarda bu olası mı?