Dünya siyaset sahnesi iyice pespaye bir tiyatroya dönüştü. Diplomasi, adalet, insan hakları gibi kavramların maskesinin düştüğü, çıkar kuvvetlerinin yüzlerine bulaşan o kirli yüzü tüm aleniliğiyle meydanda… Özellikle son birkaç yıldır uluslararası arenada yaşanan gelişmeler; uluslararası aktörlerin en temel insani değerlerle bile bağlarının kalmadığını hem BM’nin hem de büyük güçlerin küresel adalete hizmet ettiği yalanını ortaya seriyor.
Günümüz dünya düzeninin baş aktörleri, barış söylemleriyle kan döküyor, özgürlük naralarıyla sömürüyor. Müzakere salonlarında bolca “insanlık” kelimesi yankılanan Birleşmiş Milletler bile, günün sonunda güç sahiplerinin çıkarlarına hizmet eden, masum halkların çığlıklarını görmezden gelen bir sahtekârlık sistemine dönüşmüş durumda. Bu sahnede yalnızca kötüler değil, seyirciler de suçlu. Çünkü onlar da görünen zulme sessiz kalarak, insanlığın düşmanlarına ortak oluyorlar.
Gazze konusu: ArapDevletlerinriyakârlığı ve çıkar düzeni
Birleşmiş Milletler’in Gazze için aldığı karar, kimsenin yüzünü kızartmayan, hesap vermek gibi bir derdi bulunmayan devletlerin sahnede nasıl rol kapıştığını gösteriyor. BM, Gazze’nin "uluslararası bir yönetim kuruluna" devredilmesi teklifini, ABD’nin aracılığıyla kabul etti. Bu teklif, Trump yönetiminin 20 maddelik Gazze planına dayanıyor ve tasarıyı savunan ABD’li temsilci Mike Waltz, "Arap ülkeleri bile kabul ediyorsa, kim karşı çıkabilir?" diyerek, Arap Devletlerin dahi,Gazzelilere sormadan Gazze’nin geleceği hakkında karar almasını meşrulaştırmaya çalışıyor.
BM’nin Gazze’ye “uluslararası yönetim” ataması, bir halkın iradesini çiğneme cüretinin daniskasıdır. Bu ‘uluslararası yönetim’ dedikleri; Gazze halkının kendi yönetiminde söz sahibi olma hakkına kulak tıkayan, dışarıdan atanmış bir belirsizlikler dizgesi. Filistinlilerin sesini kısan, geleceğini başkalarına emanet eden bir sömürgeci zihniyetin maskeli yüzü. Arap rejimlerinin bu riyakârlığı, onların “Filistin davası” diye bir derdi olmadığını, sadece çıkara dayalı bir iş birliği içinde olduklarını kanıtlıyor. Bu karar, Filistinlilerin özgürlüğünün yok, bütün Filistin halkınınise esir sayıldığını, Arap yönetimlerinin ihanetini ve uluslararası sistemin bunu barış anlaşması gibi sunmadaki utanmazlığını da çok net gözler önüne seriyor…
Fransa ve Ukrayna: Gelsin silah satışından büyütülen kazançlar!
Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ve Ukrayna Devlet Başkanı VolodimirZelenskiy arasında imzalanan savaş uçağı anlaşmasını, savaşın tamamen bir ekonomik sektöre dönüştüğünün kanıtı olarak görmek gerek. Fransa, Ukrayna’ya 100 Rafale savaş uçağı ve savunma sistemleri satmaya hazırlanıyor. Dikkat edin: bu anlaşma "gelecek on yılda" Ukrayna’nın bu silahları satın alacağı üzere kurulmuş. Yani ekonomik kazançlar, insan hayatı üzerinden planlanıyor!
Burada sadece bir Avrupa ahlaksızlığından değil, Batı'nın devlet aktörlerinin çıkarları uğruna yapılan, dünyanın en kirli ticaretinden söz ediyoruz: Ölüm ticareti. Bu ticaretin kurallarına göre; Ukraynalı gençler cephelerde ölecek, Fransa ve diğer Batılı ülkeler ise bu savaş üzerinden gelir elde edecek. Batı'nın özgürlük, demokrasi ve yardımlaşma söylemlerinin altında sakladığı şey, silah devlerinin kasalarını dolduran alçak bir savaş sanayiini ve silah tüccarlarını besleme sistemidir. Bu, Ukrayna’ya destek değil; Ukrayna’nın kanıyla beslenen vampirliğin modern tezahürüdür.
ABD ve Venezuela: Uyuşturucu kaçakçılığını önleme yalanı üzerine kurulu işgal planı
Amerika’nın uzlaşamadığı ülkeleri işgal ederken bulduğu ve dünya kamuoyunda meşrulaştırmaya çalıştığı işgal gerekçeleri değişiyor; ama işgal planları asla değişmiyor. Dün Irak’ta nükleer tesis ve atom bombası üretimi var gerekçesiyle yapılan Irak işgali, öteden beri Amerika’nın yarattığı yeni bahanelerle, çıkarlarına ters düşen başka ülkeleri işgallerle devam ediyor… Bunlara en son ekleneceklerden biri de Venezuela gibi görünüyor.
Donald Trump’ın Venezuela Başkanı Nicolas Maduro ile yapılan görüşmelerden söz ederken kullandığı belirsiz ifadeler ve eş zamanlı olarak Venezuela açıklarına gönderilen denizaltılar, 21. yüzyıl sömürgeciliğinin yeni ve pervasız bir örneğidir. ABD, uyuşturucuyla mücadele bahanesiyle Venezuela’yı tehdit ediyor. “Uyuşturucu kaçakçılığı” gerekçesiyle yapılan saldırıların uluslararası hukuka aykırı olduğu söylense de “dünyayı kurtarmak” iddiasıyla her türlü hukuksuzluk hayasızca yapılıyor. Gerçek şu ki, ABD'nin asıl niyeti Venezuelalıların geleceği değil; Latin Amerika’daki güç dengelerini kendi lehine çevirmek. Maduro ile yüzeysel temaslar yürütmek ise, uzun vadede yaptırım ve tehditleri meşrulaştırmak adına kurulan satranç taşlarından ibaret.
Trump’ın “Maduro ile bazı temaslar yürütüyoruz” sözleri, apaçık bir işgal tehdidinin alt yapısıdır. ABD’nin uyuşturucu ile mücadele bahanesiyle Venezuela açıklarına gönderdiği denizaltılar, dünyanın en eski emperyal alışkanlıklarından birinin yeni versiyonudur: “Barış getirme” bahanesiyle işgal. Venezuela halkı açlıkla, yoksullukla, baskıyla boğuşurken, ABD, kendi çıkarlarına uygun bir düzen tasarlama niyetinde. Bu hikâyenin başrolünde de ABD’nin Latin Amerika’ya tekrar tırnaklarını geçirmek isteyen yüz yıllık emperyal oyunu var.
İsrail’in Suriye’deki ihlalleri: İsrail’in derdi Dürzilerin güvenliği değil, işgal
İsrail’in Suriye topraklarında gerçekleştirdiği askeri girişimlerin, sıradan bir ihlal değil; bayağı bir işgal olduğunu hepimiz biliyoruz. Türkiye’nin sınır güvenliği için, geçmişte Suriye sınırında operasyonlar yapmasını işgal olarak değerlendirenlerin; İsrail’in Suriye, Lübnan ve Batı Şeria’daki toprak ve sınır ihlallerini, güvenlik gerekçesiyle yaptığını meşru görmeleri ya da buna ses çıkarmamaları da tam bir riyakarlık…
İsrail tankları ve askeri araçlarının Suriye’nin Kuneytra bölgesine girerek kontrol noktaları kurması, Dürzileri koruma bahanesi altında bölgede kalıcılık arayan bir strateji. Suriye hükümetini ve uluslararası hukuku hiçe sayan bu eylemler, bölge halkının güvenliği için değil; sınırları yeniden çizmek, stratejik alanları elde tutmak ve "güvenlik" retoriğini işgale kılıf yapmak amaçlıdır. Suriye’nin Kuneytra bölgesinde kurulan her “kontrol noktası”, işgalin bir kilometre taşıdır. Uluslararası sistemin buna karşın sessiz kalması ve İsrail’in işgal hamlelerine verilecek bir cevabının bulunmaması ise hazin verici derecede manidardır…
Çöken uluslararası sistem ve yitirilen insanlık
Bugün dünya siyaseti, insan aklının ve tarihsel birikiminin üzerine inşa edilmiş olması gereken bir düzen yerine, gücün çıplak ve kaba biçimde hükmettiği bir arenaya dönüşmüştür. Birleşmiş Milletler gibi küresel adaletin teminatı olarak kurgulanmış yapılar, artık “barış” ve “insan hakları” gibi kavramları ağızlarında gevelemekten başka bir işlev görmemektedir. Çağdaş uluslararası ilişkiler,hümanist bir adalet anlayışının ürünü olmaktan çıkmış, post modern bir sömürü sisteminin kurumsallaşmış versiyonu haline gelmiştir.
Bu sistemde “yardım”, bir manipülasyon dilidir; “uluslararası hukuk”, güç sahiplerinin çıkarlarına göre şekillenen kör bir mekanizmadır ve “güvenlik”, çoğu zaman işgalin maskesidir. İnsan hakları diskuru artık sadece diplomatik enstrümanların üzerinde gezindiği bir dekor; hakikat ise güç ilişkilerinin çarpık diyalektiğinde buharlaştırılan bir hayal kırıklığıdır.
Yıkılan şehirlerin, kaybolan hayatların, zulme ve soykırıma uğrayan halkların ardında yükselen soru şudur: Bu düzen nereye evriliyor? Aslında, insanlık bu soruyu sormayı çoktan bıraktı. Zira görünürde ilerleyen teknoloji ve küreselleşme, özünde derinleşen bir ahlaki çöküşün ve kayıtsızlığın üzerini örtmekten başka bir şey değil. Bence asıl mesele, küresel düzenin nasıl sürdürülebileceği değil; insanlığın bu düzeni hak edip etmediğidir. Belki de en acı gerçek, bunun cevabını artık kimsenin merak etmemesidir.