Brezilya’nın Amazon kıyısındaki Belém kenti bu yıl COP30’un ev sahibi olurken, dünyanın gözü bir anda, iklim müzakerelerinin yapıldığı konferans salonlarından, o salonların kapısına yöneldi! Salı gecesi, rengarenk tüylerle süslü başlıklar takan yerli kadınlar ve erkekler, “Ormanlarımız satılık değil” diye bağırıp, güvenlik bariyerlerini aşarak ve en az bir salonun kapısını kırarak içeri girdiler. Bazıları “Biz olmadan bizim adımıza karar veremezsiniz” diye haykırdı. Kısa sürede Birleşmiş Milletler güvenlik güçleriyle arbede yaşandı; iki güvenlik görevlisi hafif yaralandı, protestocular zorla dışarı çıkarıldı…

Bu protestolar, aslında yıllardır biriken bir öfkenin dışavurumu… Yerli halklar, Amazon’un kaderi hakkında kararlar alınırken kendi seslerinin duyulmadığını söylüyor. Onlara göre COP30’un yapıldığı Belém’de, hükümetin yüz milyonlarca dolar harcadığı “yeni şehir” projesi, vitrin süsünden başka bir şey değil. Konferans süresince turistleri, delegeleri, uluslararası medyayı etkilemek için yapılan yollar, oteller ve yeşil alanlar; ormanların gerçek bekçileri olan topluluklar için bir anlam ifade etmiyor. Onlar, aynı bütçenin eğitim, sağlık ve orman koruma için harcanması gerektiğini dile getiriyorlar. “Biz kötü insanlar değiliz,” diyor bir protestocu, “sadece toprağımızı ve nehrimizi korumaya çalışıyoruz.” Bu cümle, Amazon’un kalbinden yükselen çığlığın sesi…

Ne var ki Amazon’un sesi, COP salonlarında çoğu zaman, başka seslerin gürültüsüyle bastırılıyor; fosil yakıt lobicilerinin sesi. Her yıl olduğu gibi bu yıl da kömür, petrol ve gaz şirketlerinin temsilcileri konferansta oldukça görünür durumda. Bu lobiciler, resmî delegeler kadar akreditasyon alabiliyor, yan etkinliklerde konuşmalar yapabiliyor, hatta bazı müzakere taslaklarına görüş bildirebiliyorlar. Yani, gezegeni ısıtan endüstrilerin sorumluları aynı zamanda “çözüm masasında” da oturuyorlar! Bu, birçok sivil toplum örgütü için derin bir çelişki: İklim krizine sebep olan çıkar grupları, iklim krizini çözmek için belirlenen masanın en etkili aktörleri… Bu da COP’ların giderek bir lobi pazarına dönüşmesine neden oluyor. İşte tam da bu nedenle Belém’deki protestolar yalnızca Brezilya’ya değil, bütün dünyaya bir mesaj gönderiyor: “Yerel halkların temsilcileri de masada olmalı.”

Brezilya hükümeti resmî açıklamalarda bu sesi duyurmaya çalıştığını söylüyor; COP30 öncesinde sivil toplum kuruluşlarıyla bir dizi toplantı yapıldı; “katılım”, “diyalog” ve “şeffaflık” kelimeleri sıkça dile getirildi. Fakat olaylar gösterdi ki bu katılım daha çok biçimsel. Yerli topluluklar salona alınıyor, ama karar metinlerini şekillendiren müzakerelere dahil edilmiyor. Hükümet, protestoları kınamasa da güvenlik güçlerinin müdahalesi, bu “katılım” sınırının nerede çizildiğini açıkça gösteriyor. Brezilya yönetimi, bir yandan “iklim adaletinin sesi” olma iddiasını sürdürüyor, öte yandan bu ses fazla yükseldiğinde bastırma refleksinden kurtulamıyor…

Aslında bu durum sadece Brezilya’ya özgü değil; son yıllarda düzenlenen hemen her COP toplantısında benzer bir tablo var. Bir yanda çevre örgütleri, yerli halklar, gençlik hareketleri ve feminist kolektifler; diğer yanda fosil yakıt endüstrisinin devasa temsil gücü. Aradaki güç farkı o kadar belirgin ki, yerel halkın sesini çoğu zaman sponsorluk tabelalarının arasından duymak zorlaşıyor. Brezilya, önceki yıllarda otoriter yönetimlerin ev sahipliği yaptığı COP’lardan farklı olarak sivil toplumun görünür olmasına izin verdi; ancak görünür olmakla etkili olmak aynı şey değil. Bu fark, tam da protestoların patladığı yerde açığa çıktı.

Brezilya, BM İklim Anlaşması çerçevesinde 2050’ye kadar net sıfır emisyon hedefi koymuş bir ülke. Paris Anlaşması’nı imzalayan ilk Latin Amerika devletlerinden biri ve 2035 yılına kadar karbon salımını 2005 düzeyine göre yüzde 60’a varan oranda azaltmayı taahhüt ediyor. Fakat bu hedeflerin kâğıt üzerinde kalma riski büyük. Çünkü Brezilya ekonomisi hâlâ maden, tarım ve petrol ihracatına dayanıyor. Hükümet, Amazon’daki ormansızlaşmayı son iki yılda yüzde 40 oranında azalttığını açıklasa da yangınlar ve yeni sondaj izinleri bu ilerlemeyi gölgeliyor. Lula yönetimi uluslararası alanda iklimin sesi olmaya çalışıyor, ama içeride büyüme baskısı bu sesi boğabiliyor. Kısacası Brezilya, büyük laflar eden ama hâlâ iki ayrı yolda yürüyen bir ülke: biri yeşil, diğeri kara altın.

Türkiye’ye baktığımızda ise tablo farklı ama benzer çelişkilerle dolu. Türkiye de 2021’de Paris Anlaşması’nı onayladı ve 2053 için net sıfır hedefi koydu. Ancak bu hedefe giden yol hâlâ sisli. Çünkü kömür hâlâ elektrik üretiminin üçte birinden fazlasını oluşturuyor ve yeni termik santral planları devam ediyor. Buna karşın rüzgâr ve güneş yatırımları son beş yılda büyük ivme kazandı. Türkiye’nin güçlü yanı, enerji dönüşümüne yönelik teknolojik potansiyel ve AB Yeşil Mutabakatı baskısı; zayıf yanı ise, kamuoyunun bu konuda hâlâ dağınık ve süreksiz tepkiler göstermesi. Çevre konusunda örgütlü toplumsal hareketler, TEMA, Kuzey Ormanları Savunması, İklim Ağı gibi, ses çıkarıyor ama bu ses politikaya nüfuz edemiyor. Çünkü Türkiye’de çevre meseleleri hâlâ kalkınma politikasının alt başlığı gibi görülüyor; oysa artık hayatın ana ekseni olmalı.

Yine de Belém’de yaşananlar umutsuzluk değil, bir uyarı niteliğinde. Çünkü uzun süredir sessizleştirilen topluluklar, artık uluslararası diplomasiye kendi yollarıyla müdahil olmayı öğreniyor. COP30’un dışındaki Halk Zirvesi’nde binlerce genç, çiftçi, kadın örgütü ve çevreci buluştu. Amazon’un yerlileri, dünyanın farklı kıtalarından gelen iklim aktivistleriyle omuz omuza yürüdü. Bu dayanışma, salonlarda konuşulan diplomatik cümlelerden çok daha gerçek! “Sonunda burada bir şeyler oldu” diyen Panamalı müzakerecinin sözleri, tarihe düşülen küçük bir not…

Brezilya’nın dünyadaki en büyük yağmur ormanı, küresel iklimin akciğeri sayılır. Fakat ormanlar sadece ağaçlardan ibaret değil; onları koruyan insanlar, diller, kültürler, inançlar da bu ekosistemin parçası. COP30’un kapısında yaşanan arbede, aslında bu bütünün parçalanmasına karşı verilmiş bir savunmadır. Bu savunma, “yeşil dönüşüm” sözcüklerinin ardında kalan çelişkilere işaret ediyor. Eğer iklim diplomasisi, fosil lobilerinin değil, yaşamın sesiyle şekillenecekse, bu ancak o kapıdan içeri zorla giren yerli halkın sesinin duyulmasıyla mümkün olabilir…

Brezilya’da yerli halk, Türkiye’de ise köylüler, balıkçılar, çiftçiler doğrudan iklim değişikliğinin mağdurları. Ancak bu iki ülkede de karar masalarında onların sandalyesi yok. STK’lar, halkın sesi olmaya çalışsa da iktidarların ekonomik büyüme hedefleri çoğu zaman doğanın lehine değil, aleyhine işliyor. Brezilya’nın COP30’daki gösterişli organizasyonu ile Türkiye’nin “yeşil ekonomi” söylemi arasında şaşırtıcı bir paralellik var: İkisi de umut veriyor ama henüz derinleşmiş değil. Yani hem Amazon’un hem de Anadolu’nun ortasında doğa hâlâ savunma hattında.

Fosil yakıt lobilerinin gücünü kırmak, aslında toplumların elinde. Bunun yolu, iklim meselesini teknik bir çevre tartışmasından çıkarıp demokrasi, adalet ve geçim meselesi haline getirmekten geçiyor. Yani konu artık “kaç ton karbon saldık” değil; “nasıl temiz bir iklim istiyoruz” sorusuna dönmeli. Brezilya’da yerli halkın direnişi, Türkiye’de kömür havzalarında, HES vadilerinde direnen köylülerin mücadelesiyle aynı şeyi söylüyor: “Biz toprağın sahibi değiliz, parçasıyız.” Eğer tüm dünyada bu söz, siyasetin dili haline gelirse, lobilerin değil, yaşamın gücü kazanacak.

COP30’un kapısında yaşananlar bize şunu hatırlatmalı: Gerçek değişim, salonlarda değil sokakta başlar. Lobicilerin baş köşeye oturduğu ve iklim münazaralarının yapıldığı salonlara giren protestocuların cesareti, aslında hepimize cesaret vermeli. Çünkü gezegenimiz yalnızca lobicilerin ya da şirketlerin değil, bütün canlıların ortak yaşam alanı. Bu yaşam alanını ilgilendiren her masaya oturmak en çok da yerel halkların hakkı… Hakkın söke söke alınması ise sağlıklı bir doğada yaşamı savunan herkesin boynunun borcu…