Bir önceki yazımız, “Yarımadanın Paradoksu” başlığını taşıyordu. Urla ve Alaçatı başta olmak üzere, bölgenin dönüşüm dinamiklerini anlatırken, plansızlık ve piyasanın insafına terkedilmiş bölge yönetiminden söz etmiştik.
Yazının odağını oluşturmamakla birlikte, bir bölümünde Ercan Kesal öncülüğünde kurulan Urla Dam Kültür Merkezi ile Levent Köstem öncülüğünde kurulan “Köstem Zeytinayağı Müzesi”nden de söz etmiştim. Ve bunların aslında ilgili bakanlıkların ve yerel yönetimlerin öncülük etmesi gereken girişimler olduğunu da belirtmiştim.
Maalesef uzunca bir süredir yerel yönetimler, imar, inşaat işlerine öncelik verdikleri ve popüler konserleri de yerel hizmet kapsamına aldıkları için, bu türden girişimleri ihmal etmektedirler.
Bu yazımızı, ortak dostumuz Yener Kırmızı kendisine gönderince Ercan Kesal, beni aradı. Tabii önce kendisiyle ilgili olarak yazıda yer alan bölümde bir düzeltme yaptı. Gerçi, yazıyı okuyunca Güler Köstem hocam da bana mesaj atarak bu bilgiyi vermişti ama yazı yayınlanmıştı.
Ercan Kesal, Urla Dam’ın sahibi olmadığını ifade etti. Bilmiyordum. “Ben ticari işlerde hiç iyi değilim, İstanbul’da bir özel hastanem vardı, onu satıp, burayı yaptık” dedi. “Hatta o da yetmedi ayrıca, ek harcamalar da yaptık” diye ekledi. Benim bilmediğim kısmı, buradaki kültür merkezi inşaatı, arazi satın alınarak yapılmamış olması. On yıllık sözleşmeye dayanan, adeta bir yap işlet devret gibi bir modelmiş söz konusu olan.
Daha önce bazı Youtube video konuşmalarından bildiğim yönü ise, buradaki eski binaların yeniden tasarlanmasına dayanan bir inşaatın söz konusu olması. Urla Dam için herhangi bir yeni inşaat yapılmamış yani.
“Urla Dam’a hiç geldiniz mi?” diye sorunca, bu hatanın bende olduğunu sözlü olarak kabul ettim. Yarımada’da dağ tepe gitmediğim yer çok sınırlı olduğu halde, buraya uğramamış olmam hata tabii ki...
Kısa sohbet sırasında ortak tanıdıklardan da söz ettik. Üniversite yıllarından falan da girdi konular arasına. Ege Üniversitesi yılları, öğrenci yurtları ve İnciraltı falan.
Tıp Fakültesi’nde okuduğu yıllarda bizim fakülteye de uğrarmış meğer. Bir halkbilimci hoca vardı, severdim, ona uğrardım bazen deyince, bizim antropoloji hocamız Ali Rıza Balaban aklıma geldi. Meğer sözünü ettiği halkbilimci oymuş.
Yarımada ve tarlaların villalara kurban edilmesinin önüne geçmenin zorluğunu konuştuk biraz. O, belediye başkanlarının bu konuda çok katı olması gerektiğini vurguladı. Batıdaki kentleri örnek almaları gerektiği görüşünü dile getirdi.
Tabii ki, yapılması gereken şey bu ama parti ayrımı olmaksızın belediyeler epeyce bir süredir piyasacı bir anlayışa teslim olmuş durumda. Bunun en somut örnekleri arasında Çeşme Projesi ve İnciraltı’nın imara açılmasında, iktidar ve muhalefet siyasetçilerin ortak hareket ediyor olması yer almaktadır.
Kentler, adeta katlanarak büyüyor. Eskiden Konak ile Narlıdere ve Güzelbahçe bitişik değildi. Şimdi sıra Güzelbahçe’nin Seferihisar ve Urla’nın birleşmesine geldi. Aradaki arazilerin buna direnmesi çok zor.
Bu ülkede rant en büyük ve en rahat kazanç alanı olunca, hem yerel halkın beklentisi hem de siyasetin dinamiği buna göre şekilleniyor.
Şehrin tarımsal alanlara yayılması bir gelişme olarak görülüyor ama bina stoku o kadar hızla artıyor ki, kenti kent yapan değerleri de silikleştiriyor. Koruma alanları, doğal ve tarihi değerler bu uğurda feda edilebiliyor.
Yarımada köylerinin çoğunda emlakçı ve inşaat malzemeleri dükkanları ve inşaat ustaları/işçileri sayısı artıyor. Başta İstanbul olmak üzere, kentli orta sınıfların kırsal alanlara ilgisi, böyle bir piyasayı diri tutmaktadır...