Her ayın ilk gününde o ay ile ilgili bir şeyler yazmayı seviyorum. Bugün de “Martiniçka” üzerine yazmayı planlamıştım. Ama heyhat!

Dün gece Beyaz Saray’da yaşananlardan sonra “umut veren” bir yazı yazmak kolay mı?

Dün gece Beyaz Saray’da ABD Başkanı Donald Trump ile Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelensky arasında yaşanan sert tartışma, dünyayı bir kez daha uluslararası ilişkilerin kırılganlığı ve barış umutlarının ne denli pamuk ipliğine bağlı olduğu gerçeğiyle yüzleştirmiştir!

Yahu bir ulusu, bir ülkeyi temsil eden devlet başkanına böyle davranılır mı? Kovmaktan beter edilir mi?

Bir ulusu ve ülkeyi temsil eden devlet başkanına, hele ki uluslararası bir platformda, Donald Trump’ın Zelensky’ye gösterdiği türden bir muamele, diplomatik teamüller ve karşılıklı saygı açısından ciddi şekilde sorgulanıyor. Yaşananlar sadece kişisel bir sürtüşme değil, aynı zamanda bir ülkenin onurunu temsil eden bir lidere yönelik alışılmadık derecede sert ve aşağılayıcı bir tutum olarak tarihe geçti.

Diplomaside, devlet başkanları yalnızca birey olarak değil, aynı zamanda uluslarının sembolü olarak görülür. Zelensky, Ukrayna’nın savaşın ortasında hayatta kalma mücadelesi verdiği bir dönemde, ülkesinin sesini duyurmak ve destek aramak için Beyaz Saray’a geldi. Trump’ın “Eğer bizim silahlarımız olmasaydı bu savaş çok çabuk biterdi” ya da “Ülkemize saygısızlık ediyorsun” gibi ifadeleri, sadece Zelensky’yi değil, dolaylı olarak Ukrayna halkını ve mücadelesini küçümseyen bir tona sahipti. Üstüne üstlük, görüşmenin sonunda ortak basın toplantısının iptal edilmesi ve Zelensky’nin adeta kapı dışarı edilircesine Beyaz Saray’ı terk etmek zorunda kalması, misafirperverlikten uzak bir tabloyu gözler önüne serdi. Bu, bir lideri “kovmaktan beter” etmek değilse nedir?

Uluslararası ilişkilerde, liderler arasında anlaşmazlıklar ya da sert tartışmalar elbette olabilir. Ancak bu tür durumlar genellikle kapalı kapılar ardında çözülür ve kameralar önünde bir ülkenin temsilcisine karşı böylesine açık bir saygısızlık sergilenmesi nadirdir. Trump’ın üslubu, diplomasinin temel ilkelerinden biri olan “karşılıklı saygı”yı hiçe saydı. Zelensky, ne kadar baskı altında olursa olsun, bir devlet başkanı olarak eşit bir muamele görmeyi hak ediyordu. Onun yerine, Trump’ın baskın ve azarlayıcı tavrı, güç dengesizliğini vurgulayan bir sahne yarattı. Bu, Ukrayna gibi savaşın yıprattığı bir ülke için sadece politik bir yenilgi değil, aynı zamanda moral bir darbe anlamına gelir.

Trump’ın Zelensky’ye davranışı ise, bu sınırı zorladı ve uluslararası arenada ABD’nin güvenilirliğini tartışmaya açtı. Bir devlet başkanını böyle bir duruma düşürmek, sadece o lidere değil, temsil ettiği halka da bir mesaj gönderir: “Sizin değeriniz, bizim çıkarlarımız kadardır.”

Bu saatten sonra, ABD-AB ilişkilerinin nereye evrileceği de meçhul.

Hakeza Rusya-AB ilişkileri de

Ve de NATO’nun geleceği.

Trump-Zelensky tartışmasının yarattığı atmosfer, ABD’nin küresel ittifaklara yaklaşımını ve AB’nin buna tepkisini dikkatle izlememiz gerekiyor.

Trump’ın “Biz olmasak Putin savaşı üç günde kazanırdı” gibi ifadeleri ve Ukrayna’ya desteği bir tür ekonomik pazarlığa (örneğin maden anlaşması) bağlama isteği, ABD’nin müttefiklik anlayışında pragmatizmin ve “Önce Amerika” politikasının ön planda olduğunu gösteriyor. Bu tutum, AB için alarm zillerinin çalmasına neden olabilir; çünkü Ukrayna Savaşı, Avrupa’nın güvenliği açısından kritik bir mesele. Eğer ABD, Ukrayna’ya desteği azaltır veya tamamen çekilirse, bu yük büyük ölçüde AB’nin sırtına binecek. Avrupa, hem mali hem askeri açıdan buna hazır mı? Şu anki tablo, AB’nin savunma harcamalarını artırma baskısıyla karşı karşıya olduğunu ve NATO içindeki ABD şemsiyesine olan bağımlılığının azaldığını gösteriyor.

AB tarafında ise, Trump’ın dönüşüyle birlikte “stratejik özerklik” arayışı hızlanabilir. Ukrayna Savaşı ve ABD’nin güvenilirliğine dair artan şüpheler, Avrupa’yı kendi savunma kapasitesini güçlendirmeye ve dış politikada daha bağımsız bir aktör olmaya itiyor. Fransa gibi ülkeler, AB’nin bir “savunma birliği” haline gelmesi gerektiğini uzun süredir savunuyor; Trump’ın politikaları bu süreci hızlandırabilir. Ancak AB içindeki görüş ayrılıkları bu evrimin sancılı olabileceğini gösteriyor.

Bir başka önemli nokta, Trump’ın Orta Doğu ve Ukrayna gibi çatışma alanlarında “barış vaadi”ni nasıl hayata geçireceği. Eğer Trump, Rusya ile bir anlaşma yaparak Ukrayna’da ateşkesi sağlarsa, bu AB için hem bir rahatlama hem de bir kayıp olabilir: Rahatlama, çünkü savaşın mali yükü azalır; kayıp, çünkü Avrupa’nın Rusya karşısındaki müzakere gücü zayıflayabilir. Benzer şekilde, Orta Doğu’da İsrail-Hamas geriliminde ABD’nin tutumu, AB’nin bölgedeki etkisini de şekillendirecek.

Bugün itibarıyla kalıcı dünya barışı, her zamankinden daha uzak bir hedef gibi görünüyor. Trump-Zelensky tartışması, bu hayalin önündeki engellerin ne kadar karmaşık ve derin olduğunu bir kez daha hatırlattı. Barış, yalnızca silahların susması değil, aynı zamanda liderlerin uzlaşma iradesi göstermesiyle mümkün.

Biz yine de martiniçkalarımızı takalım bari.