Bugünlerde alevlenen Cumhuriyet eleştirilerini, aslında bundan 15-20 yıl önce de yaşamıştık. İslamcılar, 2. Cumhuriyetçiler, liberaller ve hatta solcuların bir kısmı, modernitenin politik projesinin başarısız olduğu ve bundan demokratik bir toplum çıkamayacağı konusunda adeta bir görüş birliği sağlamışlardı.
Bu akımlar, özellikle komünitelerin, etnik ve dinsel/mezhepsel cemaatlerin yükselişiyle ilişkili bir şekilde çok hukukluluğun yanı sıra cemaatlerin paylaştığı bir kamusal alan tarif etmişlerdir.
İkinci Cumhuriyet fikri, Fransa ve benzeri Avrupa ülkelerindeki gibi, Cumhuriyet’in kendi dinamizmi ve çağın eşitlik ve hukuk anlayışına göre reforme etmek şeklinde değil, toptan ret etmeye yönelikti. Aynen bugün olduğu gibi.
Bugün artık 2. Cumhuriyet değil, Demokratik Cumhuriyet kavramı kullanılıyor. Cumhuriyet, kuruluşu itibarıyla demokratik bir başlangıç değildi. Öyle bir talep olmadığı gibi, imkan da yoktu. Ancak “İslam Cumhuriyeti” örneklerinde olduğu gibi, meşruiyetini kutsaldan almıyordu. Bunu ilk kez Meclis konuşmasında da dile getirmişti Mustafa Kemal.
Hukuk ve Anayasa fikri, Osmanlı’dakinden “bu açıdan” tamamen farklıydı. Osmanlı yasalarda değişiklik yapmaya kalksa da, Medeni Hukuka geçemezdi. Çünkü kendini İslam devleti olarak tanımlıyordu. Yetkiyi dinden alıyordu. Aynı gerekçeyle köleliği, çok eşliliği, çocuk evliliğini de kaldıramazdı. Miras hukukunu da eşitlikçi kılamazdı.
Radikal modernleşme projesi olarak başlayan Cumhuriyet, ulus devlet inşası ve modern kurumları oluşturma uygulamasında, baskıcı yöntemler uygulamıştır. Bu nedenle bugüne kadar en çok eleştirilen yönleri de laiklik ve ulus devlet uygulamasıyla almıştır.
Her radikal proje gibi, Cumhuriyetin ilk uygulama dönemi, pek çok açıdan kendini düzeltmeye muhtaçtı.
100 yıl öncesinde ulus devlet anlayışı hemen her yerde tek dil ve tek din gibi bir anlayışı içeriyordu. Bu nedenle de asimilasyona dayalı bir kurumsallaşma söz konusu olmuştur. Kürtler, Arnavutlar, Çerkezler, Pomaklar ve Araplar; hep “Türk vatandaşı” kavramı içinde eritilmeye çalışılmıştır.
Kürtler’in önceki isyanlarının çoğu, aşiret ve dini grup ayaklanması olarak görülmüş ve çeşitli katliamlar meydana gelmiştir. Daha sonra da yaratılmaya çalışılan ulus, homojen bir yapı kazanmakta yeterince başarılı olamamış, hem İslamcılık hem de Kürt sorunu siyasallaşmıştır.
Cumhuriyet’in uygulayıcısı Ordu ve bürokrasi olduğu için, adeta donuk ve baskıcı bir uygulama olarak uzun yıllar devam etmiştir. Nüfusun ezici çoğunluğu köylerde yaşadığı için, Cumhuriyet’in sahibi jandarma olmuş, kıyafet, başörtüsü ve anadil kullanma gibi pek çok alanda baskıcı bir yapı ortaya çıkmıştır.
Oysa ki: meşruiyetini “hayatın gerçeklerinden aldığını” iddia eden ve bu konuda bazı mesafeler de alan Cumhuriyet, dinamik bir uygulamaya sahip olmak zorundadır. Nitekim 1961 Anayasası ile “güçlerin birliğinden”, “güçlerin ayrılığına” geçilmesi, sendikal örgütlenme ve grev haklarının güvence altına alınması, başka ülkelerdeki ikinci Cumhuriyet anlamına geliyordu.
Başörtüsü yasağı Meclis’te bütün partilerin desteği ile kalkmadı mı? Cemevleri ve Alevi örgütlenmesine karşı çıkan parti var mı? Kürtlerin siyasal taleplerini dile getiren parti ve partiler var. Yüzlerce dernek ve basın kuruluşu aynı doğrultuda yayın yapmaktadır. Oysa bunlar kuruluş aşamasındaki Cumhuriyet için kabul edilebilir şeyler değildi.
Modern Cumhuriyet, demokrasiyi ret etmez. Çağın insan hakları normlarını da. Ama gözden kaçırdığımız başka bir mesele var. Yoksa sorun, Cumhuriyetin demokratikleşip demokratikleşemeyeceğinden ziyade, talep edilen demokrasinin cemaatçi/toplulukçu mu yoksa Cumhuriyetçi mi olacağı sorunu mu?
Cumhuriyet, yurttaşlar topluluğu idealidir. Ve yurttaş bireydir. Oysa ki, demokrasi talebi, çeşitli etnik, dinsel, bölgesel cemaatlerin kamusal alanı paylaşacakları anlayışına dayanmaktadır.
Bunu yaparken de “daha fazla demokrasi” ve “sivil toplumun yükselişi” gibi cazip sloganlar da kullanılmaktadır ki; bunlar da muhteşem çelişikler içermektedir. Sivil toplum kavramı ile cemaatçiliğin meşrulaştırılmaya çalışıldığı gibi.
Oysa ki; Cumhuriyet, bireyi, kimliklerinden soyut olarak yurttaş olarak tanımlar. Kimlikleri özel alana bırakır. Ama bu insanların inancından veya dilinden vazgeçmesini gerektirmez. Ancak bunlara dayanarak demokrasi talebi, hem bireyi ret eder hem de cemaatçi/toplulukçu kimlik dayanışması ile “biz ve onlar” ayrımını ön plana çıkarır.
NOT: Belki bazı örnekler ile devam ederiz. Çünkü tartışma kutuplaşma ve Cumhuriyet reddiyesine dayandığı için, bir süre bu konu ülke gündemini meşgul edecek...