Dünyada hiçbir şey kutsal değildir. Kutsallık kelimesi “bütün günahlardan ve hatalardan muaf” olmayı içerir ki yeryüzünde bu nitelikleri haiz bir varlık bulmak mümkün değildir. Dolayısıyla, annelik kavramı da tek başına kutsallık addetmez. Her anne özneldir. Annelik vasfı, iyi, doğru, güzel ve fedakârlık hususiyetleri ile özdeşleştirilse de gerçek hayatta bunun yüzde yüz karşılığı çok zor bulunur.
Evladı için her türlü çile ve sıkıntıya göğüs geren ya da evladını karşılıksız sınırsızca seven anneler, anne olmanın erdemine nail olmuş saygı duyulası bireylerdir. Bu tür annelerin kıymeti, çoğu zaman yaşarken pek bilinmez. Yine de onlar, evlatlarını sevmekten vazgeçmezler. Siz buna doğal içgüdü deyin, ben psikolojik ve sosyolojik bir davranış biçiminin yansıması diyeyim…
Konuyu biraz daha açacak olursak; annelik, hemen her toplumda derin duygularla bağdaştırılan, çoğu zaman doğaüstü bir kutsiyetle yüceltilen bir kavram olsa da toplumsal, tarihsel ve kültürel bağlamlara yakından bakıldığında anneliğin ne tek bir biçimi vardır ne de evrensel bir anlamı. Annelik, sanıldığının aksine biyolojik içgüdülerden ibaret değil, büyük ölçüde öğrenilmiş, şekillendirilmiş ve hatta çoğu zaman zorunlu bir toplumsal roldür.
Antropolog Nancy Scheper-Hughes’un Brezilya'nın kuzeydoğusunda yaptığı çarpıcı saha araştırmaları, bu durumu gözler önüne serer. “Death Without Weeping” (Ağlamasız Ölüm) adlı eserinde, Bom Jesus adlı yoksul bir bölgede yaşayan kadınların sık sık bebek kaybı yaşadıklarını; zayıf, hasta veya doğduktan kısa bir süre sonra öleceği tahmin edilen bebeklere bağlanmadıklarını anlatır. Bu kadınlar için bazı bebeklerin ölümü "doğal seçim" olarak görülür. Bir bebek yaşamaya istekliyse “tutunur”; değilse “Tanrı onu geri alır” derler. Annenin bebeğe duygusal yatırım yapması, onun yaşam belirtisi göstermesine bağlıdır. Bu yaklaşım, modern toplumların “annelik içgüdüsü” olarak adlandırdığı şeyin aslında ne kadar şartlı ve bağlamsal olduğunu kanıtlar.
Benzer şekilde, sosyolog Émile Durkheim’ın ve daha yakın dönemde Michel Foucault’nun çalışmalarında da annelik bir “biyolojik kader” olarak değil, disipline edilmiş, kurallarla belirlenmiş bir sosyal kurum olarak karşımıza çıkar. Özellikle sanayileşme sonrası Batı toplumlarında “iyi anne” olmak; fedakâr, şefkatli ve çocuk merkezli yaşamakla eş anlamlı hale getirilmiştir. Ancak bu anlayış, sadece kadınlara yüklenen toplumsal cinsiyet rollerini pekiştirmiştir.
Psikanalist ve feminist teorisyen Julia Kristeva ise “anneliğin kutsallığının kadın üzerinde kurulan bir baskı aracı” olduğunu söyler. Ona göre, annenin çocuğu ile kurduğu bağ, toplumsal bir yapıdan etkilenir ve kadın kimliğiyle çatışır. Anne, bir birey olarak değil, yalnızca “bir başkasına bakım veren” olarak tanımlandığında, özgürlüğünü kaybeder.
Psikoloji alanında John Bowlby’nin bağlanma kuramı, annenin çocuğa olan ilgisinin biyolojik temellerle değil, erken dönem deneyimlerle şekillendiğini savunur. Yani annelik davranışı, hormonların otomatik yönlendirmesinden çok, sosyal öğrenme ve çevresel faktörlerin ürünüdür. Anne, kendi annesinden, çevresinden ve yaşadığı kültürden ne gördüyse, ona göre “iyi annelik” modelini benimser.
Tarihte de annelik anlayışı farklı şekillerde ortaya çıkmıştır. Antik Sparta’da, erkek çocuklar altı yaşından itibaren askerî kamplara gönderilirdi ve anneler bu ayrılığı sorgulamazdı. Onlar için “iyi bir anne”, savaşta ölen bir evlada ağlamayan, onunla gurur duyan kadındı. Bugün birçok toplumda ise çocuğu için kariyerinden, hayallerinden vazgeçen kadın, “ideal anne” modeli olarak sunuluyor.
Bu örnekler gösteriyor ki, annelik ne evrensel bir duygu durumu ne de sabit bir davranış örüntüsüdür. Her toplumun değerleri, ekonomik şartları, inanç sistemleri ve tarihsel koşulları anneliği yeniden üretir. Kimi toplumlarda annenin duygusallığı, kimi toplumlarda ise çocuğundan kolayca vazgeçebilmesi öne çıkar.
Kısaca, annelik kutsal bir içgüdü değil, kültürel bir kurgudur. Bireylerin ruhsal yapısı, çevresel koşullar ve toplumsal değer yargıları bu kavramı sürekli yeniden tanımlar. Bu nedenle anneliği sorgulamak, onun gerçek doğasını anlamak adına atılmış önemli bir adımdır. Ayrıca, sadece kadına yüklenen değil, topluca paylaşılan bir sorumluluk haline geldiğinde, annelik, bireyi özgürleştiren bir deneyime dönüşebilir.
Eğer annelik – ve dolayısıyla babalık – doğuştan gelen bir içgüdü değil, öğrenilmiş bir davranış biçimiyse; eğer annelik kutsal değilse, o hâlde çocuk yetiştirmek yalnızca annelerin omuzlarına yüklenemez. Çocukları geleceğe hazırlamak, onları korumak ve iyi bireyler hâline getirmek; bireysel fedakârlıkla değil, kolektif bir idari ve toplumsal iradeyle mümkündür. Çünkü çocuk, yalnızca bir kadının doğurduğu canlı değil, bir toplumun aynası, vicdanı, yarını ve temel yapı taşıdır…
Şöyle de söyleyebiliriz; çocuk yalnızca bir annenin ya da babanın değil, tüm toplumun ve devletin ortak sorumluluğundadır. Bu anlayış, Avrupa’nın sosyal refah sistemlerinin temelini oluşturur. Avrupa’nın pek çok ülkesinde annelik ne kutsallaştırılır ne de kadının omzuna tek başına yüklenir. Tam aksine, annelik toplumsal olarak desteklenen, kurumsal güvence altına alınan bir rol olarak ele alınır. Çünkü sağlıklı bireyler, sadece sevgiyle değil, aynı zamanda sosyal adaletle büyür.
İsveç: Ebeveyn izni ve bakımda eşit sorumluluk
İsveç, çocuk bakımında toplumsal sorumluluğun nasıl paylaşıldığına dair en çarpıcı örneklerden biridir. Ülkede anne ve babaya toplamda 480 gün ücretli ebeveyn izni tanınır. Bunun 90 günü yalnızca babaya ayrılmıştır ve kullanılmadığında yanar. Bu sistem, yalnızca annenin değil, babanın da aktif bir bakım sürecine dahil olmasını teşvik eder. Ayrıca devlet tarafından ücretsiz kreş ve okul öncesi eğitim hizmetleri sağlanır. İsveç, çocukların ilk yıllarında yüksek kaliteli bakım almasının yalnızca bir “aile işi” değil, bir “toplum yatırımı” olduğunun bilincindedir.
Almanya: Kindergeld ve aile yardımları
Almanya’da çocuk sahibi olmak, bir ailenin ekonomik olarak daha da kırılgan hâle gelmesi anlamına gelmez. Her çocuk için devletten düzenli olarak “Kindergeld” (çocuk parası) adı altında aylık destek alınır. Bu destek, çocuk sayısına göre artar. Ayrıca düşük gelirli ailelere kira yardımı, ücretsiz okul yemeği ve çocuk bakım merkezleri gibi ek destekler verilir. Anneler, hamilelik sürecinde doğrudan devlet tarafından koruma altına alınır. İşten çıkarılmaları yasaklanmıştır ve doğum öncesi ve sonrası ücretli izinleri anayasal güvence altındadır.
Fransa: Kadınlar çalışmaya devam eder, devlet çocuklara bakar
Fransa’da kadınlar, annelik nedeniyle kariyerlerinden vazgeçmek zorunda kalmaz. Çünkü devlet, çocuk bakım hizmetlerini yaygınlaştırmış, nitelikli ve düşük maliyetli anaokullarıyla ailelerin yükünü hafifletmiştir. Çocukların üç yaşından itibaren neredeyse tamamı devlet destekli anaokuluna başlar. Ayrıca üç yaşına kadar olan çocuklar için devletin denetlediği ve sübvanse ettiği gündüz bakım evleri (crèche) yaygındır. Annelik, bir kadının hayatını dondurmaz; devletin sunduğu altyapı sayesinde kadının hem annelik hem mesleki yaşamı dengede tutması mümkün olur.
Norveç ve Danimarka: Toplumsal destek, bireysel yükü hafifletir
Norveç ve Danimarka gibi İskandinav ülkelerinde çocuklar yalnızca bir ailenin değil, devletin koruması altındadır. Bu ülkelerde çocuk yoksulluğu neredeyse yok denecek kadar azdır. Doğumdan itibaren bebek bezinden kitaplara kadar pek çok ihtiyaç devlet desteğiyle karşılanır. Özellikle yalnız anneler için özel destek programları geliştirilmiştir. Devlet, annenin ruh sağlığına kadar her aşamada yanında olur. Böylece annelik bir yalnızlık değil, desteklenen bir süreç hâline gelir.
Avrupa hukukunda çocuk: Hak sahibi bir birey
Avrupa Birliği hukukunda çocuk, anne babanın “malı” değil; bağımsız haklara sahip bir birey olarak kabul edilir. Çocukların korunması, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Çocuk Haklarına Dair Birleşmiş Milletler Sözleşmesi çerçevesinde hukuken güvence altındadır. Devletler, çocuk istismarını, ihmali, eğitimsiz bırakılmayı yalnızca aile içi bir mesele değil; toplumu ilgilendiren bir suç olarak görür. Sosyal hizmet uzmanları, öğretmenler ve sağlık çalışanları çocukların yaşam koşullarını sürekli izler. Aile içindeki sorunlar karşısında çocuk devletten bağımsız hak talep edebilir.
Türkiye’de ise ne yazık ki…
Bu anlayışın tam tersi hâkimdir. Devlet, çocuk bakımının neredeyse tüm yükünü annelere bırakırken, bu yükü kutsal annelik söylemiyle görünmez kılar. Oysa kreş sayısı yetersizdir, çocuk yoksulluğu yüksektir, ebeveyn izni kısıtlı ve cinsiyetçidir. Kadınlar işten ayrıldıklarında yalnızca ekonomik olarak değil, sosyal olarak da dışlanırlar. Devlet desteği yerini sadaka kültürüne bırakır. Annelik yüceltilirken, annelerin yaşam şartları görmezden gelinir.
Anneler Günü’nde yöneticiler, çiçekli mesajlar paylaşırken, çocuklarını yoksulluk içinde büyütmeye çalışan annelere sessiz kalır. Cezaevindeki çocukların ve gençlerin annelerinin gözyaşlarına kördürler. Çünkü onlar için annelik yalnızca bir imajdır. Oysa gerçek annelik, destekle var olur. Ve gerçek sosyal devlet, bu desteği verir. Türkiye’de ise iktidar, çocuk bakımını ve eğitimini büyük oranda annelerin bireysel sorumluluğuna havale etmiş, bunu da "annelik kutsaldır" yaldızıyla süsleyerek yapmıştır. Ancak bu kutsiyet atfı, gerçekte annelerin üzerindeki baskıyı artıran, onları yalnızlaştıran, ekonomik ve toplumsal özgürlüklerini kısıtlayan ideolojik araçtan başka bir şey değildir.
Bugün Türkiye’de binlerce kadın, yalnızca çocuk doğurduğu için kutsanırken; aynı çocuk için nitelikli gıda, eğitim ve sağlık hizmetine ulaşamadığında, bunun acısını çeken ilk kişi yine o kadın olur. Yoksulluğun pençesindeki bir anne, çocuğunu okula tok gönderemediğinde, onu sıcak bir evde büyütemediğinde, yeterince sabırlı ya da güler yüzlü olamadığında kutsal anne değil kendini çaresiz hisseden, mutsuz ya da agresif anne olur. Onu bu yalnızlığa ve çıkışsızlığa mahkûm eden idari yapıdır. Çocuk bakımını toplumsallaştırmayan, ücretsiz kreşler ve kamusal destek mekanizmaları kurmayan bir devlet, anneleri yalnız bırakmakla kalmaz; çocukları da mutsuz annelerin psikolojik sorunlarına maruz bırakır.
Kadınlar, çocuk doğurdukları için kariyerlerinden vazgeçmek zorunda kalırken, annelik, kadınlara dayatılmış bir görev olarak, özgürlüklerini ve ekonomik bağımsızlıklarını sınırlayan bir prangaya dönüşüyor. Türkiye’de bugün binlerce kadın, çocuklarının bakımını sağlayabilmek adına sadece işinden ayrılmıyor, eğitimini yarıda bırakıyor ve sosyal yaşamdan kopuyor. Kadının “iyi anne” olması için her şeyi feda etmesi bekleniyor ama ona hiçbir destek verilmiyor.
Daha da acısı, anneler yalnızlaştırılırken, annelerin acıları da araçsallaştırılıyor; Türkiye’de cezaevlerinde haksız yere tutuklu bulunan gençlerin, öğrencilerin, düşüncelerinden dolayı susturulan, işkence gören, eğitim hakkı gasp edilen çocukların anneleri derin bir acı yaşıyor. O çocuklar, bir daha geri gelmeyecek yıllarını dört duvar arasında geçirirken; anneleri de her gece vicdan azabıyla, çaresizlikle ve öfkeyle baş başa bırakılıyor. Yöneticiler, bu annelerin feryadına kulaklarını tıkarken, Anneler Günü’nde birkaç klişe cümleyle utanmadan kutlama mesajları yayımlıyor…
Anneliği yücelten ama annelerin hayatlarını cehenneme çeviren bu ikiyüzlü sistem sorgulanmadan; çocuklara adil, özgür ve sağlıklı bir gelecek sağlanamaz. Çocukların sağlıklı büyümesi, annelerin özgürleşmesiyle mümkündür. Ve hiçbir toplum, yalnız bırakılmış kadınların omuzlarına yüklediği kutsal annelik masalıyla, sağlıklı bir nesil ve gelecek inşa edemez!
Eğer çocuklar gerçekten toplumun geleceği ise; o zaman devletin, mahallenin, okulun, kurumların, herkesin çocukları sahiplenmesi gerekir. Anneleri yoksulluk, yalnızlık ve çaresizlik içinde kutsallaştıran değil; onları ekonomik ve sosyal açıdan destekleyen adil ve eşitlikçi bir yönetim yapısına kavuşacağımız günlerde “anneler günü kutlu olsun demek” dileğiyle…