Bugün Brezilya’da toplanacak Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi (COP30), insanlığın gezegenle ilişkisini yeniden düşünmesi gereken bir döneme rastlıyor. Türkiye, bugün aynı zamanda büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün 87. ölüm yıldönümünde onu bir kez daha saygıyla anacak. Ancak bu yıl 10 Kasım, yalnızca bir yas değil, aynı zamanda bir hatırlatma günü olmalı: Atatürk’ün bilime, doğaya ve sürdürülebilir kalkınmaya dayalı vizyonunu hatırlatma günü…
Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında, savaşlardan yorgun düşmüş bir ülke yeniden ayağa kalkarken Atatürk’ün aklında sadece sanayi değil, doğa da vardı. O, modernleşmeyi yalnızca makinelerle değil, toprağı koruyarak, suyu akıtarak, ağacı büyüterek, havayı temiz tutarak başlatmak; yalnızca şehirlerle değil, doğayla birlikte kurmak gerektiğine inanıyordu.
Bu inancın ilk adımı 12 Kasım 1925’te Ankara Etlik’te kurulan Rasâdât-ı Cevviye Müessesesi (Hava Gözlem Kurulu) oldu. Bu kurum, Türkiye’nin hava olaylarını sistemli biçimde izleyen ve kaydeden ilk bilimsel merkeziydi. Amaç sadece “hava durumunu” tahmin etmek değil; tarımı planlamak, su taşkınlarını önlemek ve doğanın dilini anlamaktı.
Atatürk’ün yönlendirmesiyle bu yapı zaman içinde büyüdü ve 1937’de Meteoroloji Enstitüsü adıyla yeniden organize edildi. Bu adım, Türkiye’de meteorolojinin artık yalnızca bir gözlem faaliyeti değil, bağımsız bir bilim dalı olarak kurumsallaştığı dönüm noktasıydı. Yani Atatürk, ölümünden iki yıl önce, Türkiye’ye modern bir meteoroloji sistemi kazandırmıştı. 1939’da bu yapı “Meteoroloji Umum Müdürlüğü” adını alarak bugünkü kurumsal kimliğine kavuştu.
Bu gelişmeler, Atatürk’ün bilime ve doğaya verdiği değerin sadece bir ideal değil, devlet politikası haline geldiğini gösterir. O, doğayı anlamak gerektiğini bilen bir liderdi. Yalova’daki ünlü “Yürüyen Köşk” hikâyesinde olduğu gibi: Bir çınar dalı köşke değdiğinde ağacı kestirmek yerine köşkü raylar üzerinde taşıttı. O karar, bir ağacı korumanın ötesinde, Atatürk’ün çevre bilincini yansıtan bir vizyonun ifadesidir!
Türkiye’nin iklim serüveni: Geçmişten bugüne
Türkiye, 2004 yılında Birleşmiş Milletler İklim Sözleşmesi’ne katılarak küresel iklim diplomasisinin parçası oldu. Ancak bu süreçte daima zor bir dengeyle karşı karşıya kaldı: Bir yanda sanayileşmek isteyen bir ülke; diğer yanda iklim krizine karşı sorumluluk üstlenmesi beklenen bir ülke.
Bu denge hâlâ Türkiye’nin iklim politikasının merkezinde duruyor. Enerjiye olan talep hızla artıyor, sanayi büyüyor, şehirler genişliyor… Ama aynı zamanda Türkiye, Akdeniz havzasının en kırılgan ülkelerinden biri: Kuraklık, orman yangınları, seller ve su krizi artık yalnızca çevre haberi değil, her gün hayatımızı etkileyen bir gerçek.
Avrupa ile karbon dengesi
Türkiye’nin en büyük ticaret ortağı Avrupa Birliği, artık yalnızca malların fiyatına değil, üretim süreçlerinde doğaya verilen zarara da bakıyor. Bu nedenle AB, “sınırda karbon vergisi” adını verdiği bir sistem başlattı. Basitçe anlatmak gerekirse, bir Türk fabrikası Avrupa’ya ihraç ettiği ürünü üretirken fazla enerji harcıyor ve yüksek miktarda karbon salıyorsa, bu ürün sınırda ek bir vergiye tabi tutulacak.
Yani doğayı kirleten üretim biçimleri, artık sadece çevre değil, ekonomi açısından da maliyetli hale geliyor. Bu Türkiye için hem bir uyarı hem bir fırsat: Eğer üretimimizde temiz enerjiye, verimliliğe ve yenilenebilir kaynaklara yönelirsek, yalnızca çevreyi değil, ihracatımızı da koruyabiliriz. Bugün sanayi tesislerinin çatılarını güneş panelleriyle, fabrikalarını yeşil enerjiyle donatmak, artık “çevrecilik” değil; ekonomik aklın ta kendisi.
Türkiye’nin karbon sınırlama hikâyesi nereye geldi?
Son on yılı kabaca üç eşikte özetlersek:
Paris Anlaşması ve “2053 net sıfır” sözü
Türkiye 2015’te ilk iklim taahhüdünü (NDC) verip, 2030’a kadar “mevcut gidişata göre” emisyonlarını %21 azaltmayı hedefledi. 2021’de Paris Anlaşması’nı onayladı ve 2053 için net sıfır emisyon hedefini ilan etti. Yani kâğıt üzerinde “ben de oyundayım” dedi; ama bu hedefin altını dolduracak mekanizmalar yeni yeni oluşuyor.
Uzun dönemli strateji ve 2038 tartışması
2024’te yayımlanan Uzun Dönem İklim Stratejisi, 2053’e kadar hangi alanlarda dönüşüm hedeflendiğini anlatan ilk kapsamlı belge oldu. Fakat bu strateji, emisyonların en geç 2038’de zirveye çıkacağını ve sonra düşmeye başlayacağını söylüyor. Bu da “2038’e kadar emisyonlar artmaya devam edebilir” anlamına geldiği için iklim uzmanları tarafından eleştiriliyor. Yani Türkiye “2053’te sıfır” diyor ama frene basmayı hayli geçe bırakıyor gibi görünüyor.
AB’nin karbon sopası: CBAM baskısı
Avrupa Yeşil Mutabakatı ve Sınırda Karbon Düzenlemesi (CBAM), Türkiye’yi ciddi biçimde zorluyor. AB’ye ihracatta, özellikle çelik, çimento, alüminyum gibi sektörlerde Türkiye’nin karbon yoğun üretimi yüzünden yılda 1,1–1,8 milyar avro civarında ek maliyet riski hesaplandı. Kısaca: “Karbonunu kısmayan, kasadan öder” dönemine girildi. Bu baskı, Türkiye’yi “karbonu fiyatlandıran bir ülkeye” dönüşmeye adeta mecbur bıraktı.
2025’in kırılma noktası: İklim kanunu ve ETS
2025 bu açıdan dönüm yılı oldu; çünkü “niyet” döneminden “hukuk” dönemine geçildi. Şubat 2025’te iktidar partisi kapsamlı bir iklim kanunu taslağını Meclis’e sundu; merkezinde karbon piyasası ve ulusal Emisyon Ticaret Sistemi (ETS) vardı. 2 Temmuz 2025’te Türkiye’nin ilk İklim Kanunu kabul edildi, 9 Temmuz’da Resmî Gazete’de yayımlandı. Bu kanun: Ulusal bir ETS için yasal zemini, sera gazı izleme/raporlama yükümlülüklerini, iklim uyumu ve finansmanı için çerçeveyi oluşturdu. Kısaca: Artık “karbonu sınırlayan ve fiyatlandıran” bir hukuki iskelet var.
ETS ve ulusal “karbon pazarı”
ETS, şirketlerin ne kadar karbon salabileceklerine üst sınır koyan ve bu hakların alınıp satılabildiği bir sistem. Türkiye bu sistemi AB ETS’sine benzer bir model olarak tasarlıyor. Kanuna göre ETS, 2026’da pilot uygulamayla başlayacak; 2027’ye kadar ikincil mevzuat ve altyapı tamamlanacak. Ayrıca, yeni kanun Türkiye için de bir tür “ulusal CBAM” imkânı yaratıyor: yani Türkiye, kendi içindeki üreticiler karbon fiyatına tabi olurken, ithal mallara da benzer bir karbon bedeli koyabilecek.
Bunların hepsi 2025’in “karbon sınırlama açısından milat” olmasının sebebi. Öte yandan 2025’te, elektrik üreten şirketler açısından bakıldığında, Türkiye Avrupa’nın en çok CO₂ salan güç sektörü konumuna kadar yükselmiş durumda; 2025’te Almanya’yı bile geçmiş. Yani mevzuat cesur ama bacalardan çıkan gaz hâlâ çok yüksek. Kanunun, pratikte ne kadar “dişli” olacağı esas şimdi belli olacak.
COP30’da üye ülkelerin beklentileri ve hedefleri neler?
Zirvede tüm ülkeler için ortak bir ana tema var: Paris Anlaşması’nda yer alan “küresel sıcaklık artışını sanayi öncesi döneme göre 1,5 °C ile sınırlama hedefine yeniden yaklaşmak. Bu hedefin şimdi oldukça zor olmasına rağmen, yani 1,5 °C sınırına tam ulaşmak pek olası olmasa bile, zirvenin bu hedefe yönelik yeni bir ivme yaratması bekleniyor.
Gelişmiş ülkeler ve gelişmekte olan ülkeler arasında iklim finansmanı, yani “zengin ülkeler gelişmekte olan ülkelere iklim değişikliğinin etkileriyle mücadele etmeleri için destek verecek” konusuna ağırlık verilmesini istiyor.
Emisyonların azaltılması, yani sera gazlarının daha az salınması hedefi tüm ülkelerin ortak gündeminde. Farklı ülkeler kendi şartlarına göre “2030’a kadar ne kadar azaltırım” ya da “emisyon zirvesini ne zaman yaparım” gibi hedefler koyuyor.
Adaptasyon ve zarar‐zorluk konusu da çok önemli: İklim değişikliğinin etkilerine (kuraklık, sel, sıcak hava dalgaları) karşı hazırlıklı olma, zarar gören toplulukları koruma gibi hedefler var. Ayrıca, doğa temelli çözümler (ormanların korunması, biyolojik çeşitliliğin gözetilmesi), yerel kurumların (şehirler, yerel yönetimler) iklim eylemine dâhil edilmesi gibi “yeniden düşünülmüş” modeller de zirvede beklenti olarak öne çıkıyor.
Kısacası, üye ülkeler, COP30’dan sadece sözler değil, somut adımlar çıkmasını bekliyor: Ben bu kadar azaltırım, bu kadar destek alırım, bu kadar adaptasyon yaparım” şeklinde. Ve aynı zamanda, “zengin ülkelere söz verdiklerini yerine getirsin” çağrısı da geliyor. Şunu akılda tutmak önemli: Zirvenin amacı yeni sözler almak kadar, önceki sözlerin hayata geçip geçmediğini göstermek, sözleri inandırıcı kılmak ve eyleme dönüşmesini sağlamak.
COP30’da Türkiye’yi neler bekliyor?
Brezilya’daki COP30 zirvesi, Türkiye için yalnızca çevre değil, aynı zamanda ekonomi ve diplomasi sahnesinde de bir dönüm noktası olacak. Çünkü bu kez masada, soyut vaatler değil, somut taahhütler var.
Türkiye’nin en büyük beklentisi, dünyadaki iklim fonlarından daha fazla pay alabilmek. Temiz enerjiye geçiş, kömürden uzaklaşma, şehirlerde yeşil ulaşım ağları kurma gibi dönüşüm projeleri için dış finansman bulmak, Türkiye’nin elini güçlendirecek. Zengin ülkelerin yıllardır söz verip tam olarak yerine getirmediği bu yeşil fonların bir kısmının Türkiye’ye yönelmesi, ekonomi kadar çevre açısından da büyük kazanç olur.
Bir diğer hedef, Avrupa Birliği’nin uyguladığı karbon vergisi sistemine uyum sağlamak. Avrupa artık sadece ürünün fiyatına değil, üretim sırasında doğaya verilen zarara da bakıyor. Türkiye, bu yeni düzende cezalandırılmamak için üretim biçimlerini temiz enerjiye dayalı hale getirmek zorunda. COP30, bu geçiş sürecinde Türkiye’ye teknik destek ve iş birliği kapısı açabilir.
Ancak her kazanımın bir bedeli olacak. Türkiye, artık sanayi ve enerji sektöründe “sınırsız kirletme” döneminin kapandığını kabul etmeli; kömür ve doğalgaza dayalı üretim yerine rüzgâr ve güneş enerjisine geçmeye çalışmalı. Bu dönüşüm, bazı bölgelerde iş alanlarını değiştirecek, yeni yatırımlar gerektirecektir kuşkusuz.
Zirve sonrası Türkiye’den beklenen, karbon salımını gerçekten azaltacak önlemleri uygulamaya koyması. Bir başka deyişle, Türkiye “daha az kirleteceğim” derken, bu sözü yasalarla, denetimlerle ve somut planlarla desteklemek zorunda kalacak demektir…
Bütün bunlar, kısa vadede maliyetli ve zorlayıcı adımlar gibi görünse de uzun vadede Türkiye’yi daha rekabetçi ve sürdürülebilir bir ekonomiye taşıyabilir. COP30’dan dönerken Türkiye’nin elinde yeni bir yol haritası ve daha güçlü bir çevre bilinci olacak diye değerlendirmek lazım.
Türkiye’nin COP30’daki bir diğer stratejik adımı da “arabulucu ülke” rolü olabilir. Gelişmiş ülkelerle gelişmekte olanlar arasındaki tartışmalarda köprü kurmak, Türkiye’nin diplomatik gücüne yakışan bir pozisyon olacaktır. Brezilya’daki zirve, bu yönüyle Türkiye için hem bir sınav hem bir fırsat niteliğinde.
Bilim, doğa ve halkçılık
İklim değişikliği artık yalnızca bilim insanlarının tartıştığı bir konu değil; doğrudan yaşam standardımızı belirleyen bir mesele. Türkiye, Atatürk’ün çizdiği yolda, bilimi rehber alarak doğayı koruma konusunda ve İklim Zirvesi çerçevesinde verdiği vaatleri yerine getirmeli. Atatürk, “Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, başarı için en hakiki mürşit ilimdir” derken aslında bugünün iklim mücadelesinin formülünü de vermişti: Bilim, planlama, doğa ve insan sevgisi.
Bugün saat 09.05’te sirenler çaldığında yalnızca büyük bir lideri anmayacağız; aynı zamanda onun bize bıraktığı bir sorumluluğu da hatırlayacağız: Doğayı korumak aslında insanı yani halkını korumaktır. Atatürk’ün temellerini attığı bilime dayalı, doğayla dost Cumhuriyet vizyonu bugün yeniden çağrılıyor. COP30’un kararları ne olursa olsun, Türkiye’nin önünde açık bir yol var: Bilimle, akılla ve doğayı koruyarak ilerlemek. Bir ülke, toprağını, suyunu ve havasını koruyabildiği ölçüde bağımsızdır zira…
Kısaca, yolumuz yine Mustafa Kemal Atatürk’ün gösterdiği bilim yolu… Akıl yolu… Doğa ve insan sevgisi… Bize bu yolu açan tek önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün ruhu şad olsun…