Bir modern sanatçının kendisini evinde hissetmesi ve bu duyguyu eserlerine yansıtması, kişisel bir huzurun, aidiyetin ve özgürlüğün sanatsal ifadeye dönüşmesi anlamına gelir mi?

Bu hem sanatçının iç dünyasında hem de dış dünyada bir denge bulduğunu gösterir mi?

Eserleri bu dengeyi sanatseverlere aktaran bir ayna olur mu?

Bu soruları entelektüel dünyada yıllardır tartışır dururuz…

Sanatçının kültürel ve duygusal bağları da önemli. Bunu 19. Yüzyıl ve 20. Yüzyılın ilk yarısında meşhur olmuş sanatçılarda sıklıkla görürüz. Bu belki çocukluğundan, doğduğu yerden ya da benimsediği bir topluluktan gelen bir aidiyet hissidir.

Van Gogh’dan beri tartışılan bir mevzu var, “Zihinsel Rahatlık”… Sanatçının kafasındaki kaosu düzenleyebildiği, yaratıcı blokların çözüldüğü bir huzur anı mümkün mü?

Monet’nin evine gideriz bazı Paris seyahatlerinde. 80 km yolu göze almaya değer bir yer. Claude Monet’nin evi Giverny adlı küçük bir kasabadadır… Monet, 1883’ten 1926’daki ölümüne kadar burada yaşamış ve ünlü bahçelerini tasarlamıştır. Bu bahçeler, özellikle nilüferler ile ilgili tablolarına ilham kaynağı olmuştur. Monet’nin burada söylediği sözü unutamayız: “Bir sanatçı evinde hissettiğinde, genellikle savunmasızlığını ve samimiyetini eserlerine daha cesurca döker”.

Bu girişi yapmamın nedeni geçen hafta gezdiğim sonra da söyleşisine katıldığım Ekrem Yalçındağ’ın Kültürpark Atlas Pavyonda açtığı sergi… “Evinde Hissetmek, Yeniden Ve Yeniden” başlıklı sergi 1 Nisan’a kadar uzatıldı, çünkü büyük ilgi görüyor. Bu sergi, sanatçının son dönem çalışmalarından bir seçki sunuyor ve onun İzmir’le olan derin bağını açıkça ortaya koyuyor…

Bu temada başka sergiler de gördüm. Sanatçı bazen kaotik bir samimiyetle kendi özel alanını izleyiciye açar; bu, onun “evinde” hissettiği kırılganlığıdır. Kendini evinde hisseden bir sanatçı, eserlerinde bir düzen veya meditatif bir akış da yaratabilir. Kendini ifade ederken dış yargılardan uzaklaşmak, ruhsal bir rahatlama sağlar. Bu, modern sanatın sınır tanımayan ruhuyla örtüşür. “Ev” hissi, sanatçının köklerine veya en ham duygularına dönmesini sağlar; bu da eserlere otantik bir yoğunluk katar. Eğer “ev” kavramı sanatçı için karmaşık bir anlam taşıyorsa (örneğin, hem sevgi hem de acı barındırıyorsa), eserler bu ikiliği yansıtarak daha katmanlı hale gelir.

Diyelim ki bir modern sanatçı, çocukluğunun geçtiği bir köy evinden ilham alıyor. Penceresinden sızan ışığı, sıcak renklerle resmedebilir… Buluntu nesnelerle (eski bir kapı, bir sandalye) bir enstalasyon yapıp “ev”in fiziksel izlerini izleyiciye taşıyabilir. Veya soyut bir yaklaşımla, evin sunduğu huzuru dalgalı çizgilerle ve ritmik bir kompozisyonla ifade edebilir.

Bazı sanatçılar için “evinde hissetmek”, yaratıcı sürecin bir kutlaması olabilir. Sanatçının bu duygusu izleyiciye geçtiğinde, eserler evrensel bir yankı uyandırabilir. İzleyici, sanatçının “ev”inde kendi anılarını, özlemlerini veya huzur arayışını bulabilir. Modern sanatın soyut veya deneysel doğası, bu kişisel yolculuğu herkes için farklı bir duyguya dönüştürebilir.

Böyle duygular eserlerine yansıdığında, sanatçı hem kendi hikâyesini anlatır hem de izleyiciyi kendi “ev”ini sorgulamaya davet eder. Burada en enteresan örnek her yıl Nice’te müzesini dostlarıma gezdirdiğim Matisse olmalı.

Gözlemim o ki Ekrem Yalçındağ’da bu hisler “yaratıcı bir özgürleşmeye” dönüşmüş.

Ekrem Yalçındağ’ın işlerini tanıyorum. Bu sergiyi 2 saat boyunca dikkatlice gezip 2 saatlik söyleşiden sonra Matisse benzetmem iyice netleşti. Matisse’in pek çok tablosu iç mekânlarda geçer ve bu mekânlar genellikle bir “ev” ya da “yuva” hissini çağrıştırır. Örneğin, “The Red Room” (Kırmızı Oda, 1908) ya da “Interior with a Goldfish Bowl” (Altın Balık Kasesi ile İç Mekân, 1914) gibi eserler, mobilyalar, perdeler, çiçekler ve pencereden sızan ışıkla dolu sahneler sunar. Bu unsurlar, izleyiciye tanıdık ve sıcak bir ortam hissi verebilir. Ancak Matisse, bu mekânları gerçekçi bir şekilde betimlemekten çok, renk ve desenle duygusal bir etki yaratmaya odaklanır. Kırmızı duvarlar, cesur desenler ve stilize formlar, geleneksel bir “ev” kavramından ziyade sanatçının hayal dünyasına açılan bir kapı gibidir.

Matisse, renkleri huzur kaynağı olarak kullanırdı. Onun için renk, bir duyguyu ya da ruh halini ifade etmenin aracıydı. Örneğin, “Woman with a Hat” (Şapkalı Kadın, 1905) gibi portrelerde ya da “The Dance” (Dans, 1910) gibi daha büyük kompozisyonlarda, mekân somut bir ev olmasa bile sıcaklık, canlılık ve aidiyet hissi uyandırır.  Sanatçının “lüks, sakinlik ve haz” arayışı (kendi sözleriyle), eserlerinde adeta bir “evde olma” duygusunu soyut bir şekilde yansıtır.

Bu, neşe, hüzün, nostalji ve huzurun bir karışımıdır; modern sanatın karmaşık ama insan odaklı ruhunu yansıtır.

Kendini İzmir’e Ait Hissediyor mu?

Ekrem Yalçındağ kendini İzmir’e ait hissettiğini hem sözleriyle hem de bu serginin ruhuyla ifade ediyor. 1964 Adıyaman doğumlu sanatçı, 1985-1993 yılları arasında Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde eğitim almış ve burada sanatsal yolculuğunun temellerini atmış. İzmir, onun sanatçı tutkusunun yeşerdiği, gençlik yıllarını geçirdiği ve köklü dostluklar kurduğu bir şehir. Serginin adına “Evinde Hissetmek” ibaresini koyması, bu aidiyetin ve huzurun bir yansıması. Yalçındağ, sergiyle ilgili duygularını dile getirirken, “İzmir’e yeniden dönmenin mutluluğu ve huzurunu yaşıyorum, çok heyecanlıyım” diyerek bu bağı vurgulamış.

Serginin küratörü ve söyleşiyi yapan Levent Çalıkoğlu da bu noktaya dikkat çekiyor: “İzmir, Ekrem’in kendisini ait hissettiği, ilk gençlik yıllarını yaşadığı, sanatının başlangıç aşamasında tohumlarının atıldığı bir yer.”

Yalçındağ’ın eserleri, bu aidiyet duygusunu doğa, motif ve renkler aracılığıyla yansıtıyor. Sergide öne çıkan “Doğa” serisi, sanatçının tabiatla kurduğu bağı ve bu bağın İzmir’deki köklerini gösteriyor. Dallı budaklı ağaç gövdeleri, orman kesitleri ve stilize motifler, onun hem doğaya hem de gençliğinde şekillenen sanatsal düşüncesine bir selam niteliğinde. Ayrıca, öğrencilik döneminden “Otoportre” gibi erken eserlerini de sergiye dahil etmesi, İzmir’de başlayan sanat yolculuğuna bir saygı duruşu ve döngüsel bir bağ kurma çabası.

Bu sergiyi İzmir’de açan F & A Sanat Galerisi’ne ve beni bu söyleşiye davet eden sevgili arkadaşım Aylin Girgin’e teşekkürler.