Dünya, her 25 Kasım’da aynı utançla yüzleşiyor: Kadına yönelik şiddet, hâlâ yeryüzünün en yaygın, en sistematik ve en görünmez suçlarından biri. Üstelik bu suç, bir sokak başında pusuda bekleyen karanlık bir yabancının değil; çoğu zaman aynı sofraya oturulan, aynı evin içinde dolaşan, aynı soyadı taşıyan birinin eliyle işleniyor.
Kadınlar öldürülüyor, dövülüyor, susturuluyor, aşağılanıyor. Sonra da toplum, her yıl dönümünde birkaç mesajla, birkaç çiçek fotoğrafıyla, birkaç vicdanı rahatlatan cümleyle meseleyi kapatmanın peşine düşüyor.
Bugün bir kez daha görüyoruz ki kadına yönelik şiddetin bahanesi de, meşrulaştırıcısı da yoktur. Sessiz kalmak, “aile içi meseledir” demek, “şimdi sırası değil” demek, “abartılıyor” demek—hepsi şiddetin başka bir yüzü, başka bir biçimidir.
Devletin görevi korumaktır; seyirci kalmak değil.
Kadınlar, sırf “gidelim mi kalalım mı” diye karar verirken hayatlarını kaybediyor. Koruma kararları kağıt üzerinde kalıyor. Uygulanmayan yasalar, geciken müdahaleler, kapısına polis gelmeyen kadınların hikâyeleri birer istatistik gibi önümüze seriliyor.
Türkiye’de Kadın Cinayetleri ve Şüpheli Kadın Ölümleri
Türkiye, yıllardır kadın cinayetleri ve kadına yönelik şiddetle mücadele ediyor. Resmî rakamlar bir yana, bağımsız kadın örgütlerinin titizlikle derlediği veriler ise çok daha karanlık bir tabloyu gözler önüne seriyor. 2021-2025 arası altı yıllık dönem, hem açıkça “kadın cinayeti” olarak kayıtlara geçen vakaların yüksekliğinde hem de özellikle “şüpheli kadın ölümleri”ndeki korkutucu artışta adeta bir alarm zili çalıyor…
- 2021: 280 kadın cinayeti, 217 şüpheli kadın ölümü
- 2022: 334 kadın cinayeti, 245 şüpheli kadın ölümü
- 2023: 315 kadın cinayeti, 248 şüpheli kadın ölümü
- 2024: 394 kadın cinayeti, 258 şüpheli kadın ölümü
- 2025 (ilk 10 ay): 198 kadın cinayeti, 213 şüpheli kadın ölümü
Bu verilere baktığımızda iki çarpıcı gerçekle karşılaşıyoruz: Son altı yılda şüpheli kadın ölümleri yüzde 96 oranında arttı. 2025 yılında ilk kez şüpheli kadın ölümleri (213), açıkça erkekler tarafından öldürülen kadın sayısını (198) geçti.
Yani bugün Türkiye’de her üç günde iki kadın “şüpheli” şekilde hayatını kaybediyor. Bu kadınların bir kısmı yüksekten düşmüş, bir kısmı intihar etmiş, bir kısmı uyuşturucu ya da alkol zehirlenmesinden ölmüş görünüyor. Ancak ailelerin, kadın örgütlerinin ve bağımsız otopsi raporlarının işaret ettiği ortak nokta farklı. Birçok vaka gerçekte cinayet, ama deliller karartılıyor, intihar süsü veriliyor ya da “kaza” diye kapatılıyor.
Şöyle diyelim mi? Kadına yönelik şiddet sadece silahla, bıçakla, boğarak işlenmiyor; artık sistematik bir şekilde gizleniyor da. Failin yakalanma ihtimalini en aza indirmek için “şüpheli ölüm” kategorisi bir koruma kalkanı haline geliyor.
2025’te şüpheli ölümlerin açık cinayetleri geçmesi, artık alarmın ötesinde bir kırılma noktasıdır. Bu, devletin ve toplumun “kadına yönelik şiddetle mücadele” söyleminin pratikte ciddi şekilde aksadığını gösteriyor. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmış olması, 6284 sayılı kanunun uygulanmasında yaşanan aksaklıklar, caydırıcı cezaların verilmemesi, faillere verilen “iyi hal” ve “haksız tahrik” indirimleri…
Tüm bu politik ve yargısal tercihler birikerek bugünkü tabloyu yaratıyor.
Evet, farkındalık kampanyaları, mor kurdeleler, 25 Kasım yürüyüşleri çok kıymetli. Ama rakamlar açıkça gösteriyor ki yetmiyor. Şüpheli kadın ölümlerinin bu kadar hızla artması, sorunun artık sadece “görünür” cinayetlerle sınırlı olmadığını, sistematik bir gizleme ve cezasızlık mekanizmasının devreye girdiğini ispatlıyor.
Eğer gerçekten bu gidişatı durdurmak istiyorsak, teşhisi doğru koymak zorundayız. Şüpheli kadın ölümleri ayrı bir kategori olarak takip edilmeli ve her dosya titizlikle yeniden incelenmeli. Otopsi süreçleri bağımsız heyetler tarafından denetlenmeli. 6284 sayılı kanun etkin bir şekilde uygulanmalı, ihlal eden kolluk görevlileri cezalandırılmalı. Yargıda cinsiyet eşitliği eğitimi zorunlu hale getirilmeli, indirim uygulamaları sınırlandırılmalı.
Çünkü bugün “şüpheli” diye kapanan her dosya, yarın bir başka kadının hayatını tehlikeye atıyor.
Her üç günde iki kadın… Bu cümle artık bir istatistik değil, bir utanç cümlesi olmaktan çıkmalı. Ve bunun için söylem değil, somut, kararlı, cesur adımlar gerekiyor.
Bugün, kendimize şu soruyu sormadan bu günü geçiremeyiz: “Bir toplum olarak, bir devlet olarak, bir insan olarak kadınların hayatına ne kadar sahip çıkıyoruz?”
Çünkü suskunluk, en yaygın şiddet biçimidir. Ve kadınlar artık suskun bir toplumun kurbanı olmayı reddediyor.