Ferzan Özpetek’in son filmi Elmaslar, yönetmenin filmografisinde özel bir yere kurulmayı daha ilk dakikasından itibaren hak ediyor. Birkaç hafta önce izlediğim ama yazmak için ancak fırsat bulduğum film, bir kostüm atölyesinin karmaşık, sıcak ve çoğu zaman büyülü atmosferini hem geçmiş hem bugünün iç içe geçtiği bir rüya dokusuyla anlatıyor. Özpetek, gerçeklikle düş arasındaki bu akışkan dünyada, yıllardır birlikte çalıştığı kadınlara bir saygı duruşu niteliği taşıyan zarif bir hikâye kuruyor.

Film, daha en başında, yönetmenin kariyerine eşlik etmiş 18 kadın oyuncuyu sahnenin ortasına alarak açılıyor. İlk sahneden Elmaslar’ın kalbinin nerede attığını görüyoruz: Kadınların emeğinde, dayanışmasında, kırılganlığıyla kudreti arasında kurulan o ince çizgide.
Özpetek’in film içindeki film olarak sunduğu hikâye, bizi 1970’lerin Roma’sına, kostüm atölyelerinin kutsal sayılabilecek o büyülü dünyasına götürüyor. Kumaş rulolarının, düğmelerin, dantellerin arasında çalışan zanaatkâr kadınlar yalnızca kostüm üretmiyor; erkek egemen yapının karşısında kendi direnç biçimlerini de yaratıyorlar. Bu nostalji, yönetmenin geçmişine duyduğu romantik bir kaçış değil; sinemanın, zanaatin ve kadın emeğinin onurlandırılması.
Filmin merkezinde Canova Kardeşler var: Otoriter Alberta (Luisa Ranieri) ile kırılgan Gabriella (Jasmine Trinca). Birbirlerine hem çok bağlı hem de hayata bambaşka yerlerden bakan iki kadın… Alberta, atölyeyi Roma’nın en saygın merkezine dönüştürmenin peşinde; Gabriella ise kaybettiği kızının yasını sessizce taşırken çalışanların duygusal nabzını tutuyor. Ranieri’nin sert ama zarif enerjisi ile Trinca’nın katman katman açılan oyunculuğu, filmi taşıyan iki güçlü direk hâline geliyor.

Atölyedeki diğer kadınlar—başterzi Nina, nakış ustası Eleonora, boyacı Carlotta, şapka tasarımcısı Paolina, hayata kırgın Nicoletta ve daha niceleri—Elmaslar’ı bir ensemble filmi olmaktan öte, bir kadın korosuna dönüştürüyor. Her biri kendi acısını, sıkışmışlığını, neşesini, mizahını taşıyor. Özpetek’in sinemasının imzası olan “masada toplanan o büyük aile hissi” burada da baskın; yalnız bu kez masanın sahibi tartışmasız kadınlar.
Erkekler ise bu evrende birer uydu gibi dolaşıyor: yönetmenden şikâyet eden yaratıcı egolar, yarım bırakılmış aşklar, şiddete sapan kocalar… Hikâye onların değil; onlar yalnızca kadrajı hafifçe gölgeleyen figürler.
Oscar ödüllü kostüm tasarımcısı Bianca Vega’nın büyük bir film için acil siparişle atölyeye gelmesi, rekabetçi aktrislerin aynı binaya yan yana bile yaklaştırılamayacak kadar tehlikeli narinlikleri, Alberta’nın yeniden karşısına çıkan eski aşkı… Tüm bunlar Özpetek’in sevdiği o yüksek voltajlı İtalyan kaosunu yaratıyor.
Görsel dünya ise tam bir şölen… Gian Filippo Corticelli’nin ışıkla yaptığı resimler, Stefano Ciammitti ile Deniz Kobanbay’ın hazırladığı kostüm ve setlerdeki asalet, Giuliano Taviani ve Carmelo Travia’nın müziklerinde yükselen Mina’nın sesi… Elmaslar yalnızca hikâyesiyle değil, sinemanın eski güzel günlerine selam çakan görsel ihtişamıyla da büyülüyor.
Özpetek’in en kişisel filmlerinden biri olduğu açık; ama belki de en önemlisi şu: Kadınların görünmez kahramanlığını, kostümün ve emeğin arkasındaki görünmeyen elleri, büyük bir zarafetle görünür kılması.
Seyircisini hem gülümseten hem hüzünlendiren, tıpkı filmdeki kostümler gibi ince işçilikle dokunmuş bir Özpetek masalı…