Dünya, iklim krizinin giderek sertleşen yüzüyle boğuşurken, 2026 sonbaharında gözlerini Antalya’ya çevirecek. Evet, COP31 artık resmen Türkiye’de. Üstelik bu karar, öyle kolay alınmış bir karar değil; Brezilya’nın Belém kentindeki uzun gecelerin, kapalı kapılar ardındaki sıkı müzakerelerin ve iki ülke arasında ilerleyen bir diplomatik satranç oyununun sonucu.

Avustralya, üç yıldır tüm gücüyle yürüttüğü kampanyadan son anda çekilince ibre Türkiye’ye döndü. Fakat bu bir “kazan–kaybet” hikâyesi değil; daha çok diplomatik bir orta yol bulma çabası. Çünkü Canberra yönetimi, masadan tamamen kalkmak yerine tarihte ilk kez ihdas edilen bir rolü üstlenerek “müzakerelerden sorumlu başkanlık” payesini aldı. Bir tür yarı başkanlık modeli… Ev sahibi Türkiye, müzakere başkanı Avustralya.

Dürüst olmak gerekirse, bu formül diplomasi literatüründe fazlasıyla ilginç bir yere oturuyor.

Bu uzlaşının perde arkasında Türkiye’nin Çevre ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum ile Avustralya’nın İklim Bakanı Chris Bowen’ın uzun temasları var. Belém’deki COP30 salonlarında söylenenlere bakılırsa iki bakan sabaha kadar ayakta kalmış, neredeyse Bonn tehlikesini savuşturmak için yarışmış.

Zira bilindiği üzere iki ülke anlaşamayınca COP31 otomatik olarak Bonn’a kayacaktı. Almanya’nın da böyle bir dev organizasyonu tekrar üstlenmeye pek niyeti yoktu. Bu nedenle Türkiye–Avustralya uzlaşısı sadece iki ülke için değil, BM İklim Süreci’nin işleyişi açısından da kritik bir dönemeç oldu.

Peki bu karar Avustralya’da nasıl karşılandı? Açıkçası hoşnutsuzluk büyük. Pasifik ülkeleri, Avustralya’nın yıllardır verdiği “Pasifik COP” sözünün boşa çıkmasından hayli kırgın. Papua Yeni Gine Dışişleri Bakanı’nın “Hiç mutlu değiliz” açıklaması, o bölgedeki derin hayal kırıklığının bir yansıması.

Avustralya’daki temiz enerji sektörü ise daha da sert: Bazı temsilciler Türkiye’nin süreci “rehin aldığını” bile iddia etti. Diplomasi masasında kullanılan üslubun zaman zaman suların kirlenmesi gibi bulanıklaşabileceğini bir kez daha görmüş olduk.

Türkiye açısından ise büyük bir fırsat kapısı aralanıyor. Antalya, sadece turizm başkenti kimliğiyle değil; iklim krizinin Akdeniz havzasındaki etkilerine dair güçlü bir vitrin sunacak bir kent.

Orman yangınları, sıcak hava dalgaları, biyolojik çeşitlilik kayıpları, su stresi… COP31, Türkiye’nin bu alandaki politikalarını hem güçlendirebileceği hem de dünyaya anlatabileceği bir platforma dönüşebilir.

Ama bu işin bir de “ev sahipliği” boyutu var. İklim zirveleri sadece müzakerelerden ibaret değildir; sivil toplumun alanı, şeffaflık, özgür katılım gibi hassas başlıklar her zaman masadadır. Uluslararası iklim hareketlerinin Türkiye’ye çağrısı da şimdiden belli: “COP31 sivil toplum kuruluşlarının da COP’u olmalı. İnsanlar konuşmalı, sadece hükümetler değil.”

Sonuçta ortaya şöyle bir tablo çıkıyor: Türkiye 2026’da dünyanın iklim nabzını tutacak. Avustralya ise masanın merkezinde, müzakerelerin yönünü belirleyen bir pozisyonda olacak. Pasifik ülkeleri kırgın, Avrupa ihtiyatlı, Almanya derin bir nefes almış durumda.

Fakat tüm bunların ötesinde, Antalya’da buluşacak o büyük kalabalığın asıl sorusu değişmeyecek: “Gezegen için hâlâ zamanımız var mı?”

İşte COP31, bu soruya verilecek kolektif cevabın mekânı olacak.