Sokakta oyun oynamadan; akranlarınla bir kez olsun dahi dalaşmadan, yüzün gözün toza toprağa, kire bulanmadan; ertesi gün olsa da yine sokağa çıkıp top, saklambaç ya da misket oynasak diye sabahı iple çekmeden; okul tatile girdiğinde, anne azarı işitmeden gönlünce, sokakta saatlerce kalıp oyuna dalmadan; her keşfettiğin oyunla yeni maceralara pupa yelken açtığın dostluklar edinmeden geçen bir çocukluğu, gerçekten yaşanmış bir çocukluk sayabilir miyiz? 

Çocukluğumun geçtiği 1960’ların sonundan 1980’lere dek, bizim için sokak; eğlence, yaşantımızın odak noktası ve kaynağı, ev ise zorunlu olarak yatıp kalkılan, yemek yenilen ve ders çalışılan sıkıcı bir yer hatta hapishane gibiydi. Evde geçen zaruri zamanların dışında her saniye boşa geçmiş sayılırdı. Hele hasta olup dışarı çıkamadığımız vakitler… Camın arkasından sokaktaki çocukların şen kahkahalarını, top oynayışlarını ve koşuşturmacalarını kıskançlıkla seyredip, iç geçirmelerimiz… Annemin eteklerine yapışıp “iyileştim ben, sokağa çıkmak istiyorum, bırak beni yaa” diye yalvar yakarışlarımız, ağlayıp tepinmelerimiz… Sihirli bir değnek olsa ve hayatının hangi dönemine dönmek istersin diye sorsalar, hiç tereddüt etmeden “çocukluğum” derdim. Masumiyetimizin henüz kirlenmediği, dünya kaygılarının ruhumuzu karartmadığı, bütün yeryüzünün iyilerle kaplı, kötülerin ise çok az olduğuna inandığımız o saf, tertemiz ve mutlu olmak dışında bir derdimizin olmadığı sevgi dolu yıllar…

Çocukluğuma dair epey duygu biriktirmişliğim var. Sevinçler, neşeler, üzüntüler, kederler… Ama yine de hepsine baskın çıkan, çocukluğumu anarken bütün hücrelerime dek içimi titreten en görkemli hatıralarım; mahalle yani sokak arkadaşlarım ile oynadığımız oyunlar ve bu oyunlardan aldığım hazza aittir.  Bunca yıllık ömrümde, hiçbir zevk ya da hobinin yerini alamadığı bir hazdır bu! Aslında biz yetişkinlerin, bütün mutluluk arayışlarının altında, her daim çocuklukta oynanan oyunlardan aldığımız keyfe dönük bir özlem olduğuna inanırım. Hayat dediğimiz şey de büyüklerin kurduğu bir tür kurmaca oyun değil midir zaten?

Küçüklerin kurduğu oyunlara gelince, Türkiye’nin genelinde binlerce yıllık sokak oyun gelenekleri var. Üzerine ciltler dolusu kitaplar yazılmış, tek tek hangi oyun nasıl oynanır, hangi sokak oyunları hangi yörelere aittir, sokak oyunlarının sosyal işlevleri vs. Meraklıları için, internetten parasız indirebilecekleri birçok pdf kaynak var. Dileyen okur ya da araştırır. Dolayısı ile, bütün bu oyunları, bu köşede tek tek, bir makaleye sığdırıp anlatmak mümkün olmasa dahi, benim en çok sevdiğim birkaç sokak oyunundan bahsederek, o muhteşem günleri yad etmek istiyorum. Dediğim gibi, bir zamanlar sokaklar, çocukların yaşam alanı hatta yaşamın ta kendisiydi. Evlerin pencerelerinden “artık eve gel” çağrıları ya da akşam ezanının sesi, eve dönme vaktinin geldiğini haber verirdi ama o sesler, sokakta oynayan bir çocuğu, eve dönmek için uyarmaya yetmezdi. Çocuklar sokaktan eve, adeta zorla toplanırdı.

Çocukların en tutkulu oyunlarından biri misket oyunuydu. Misketler… O rengârenk cam toplar, sokağın bazen asfalt bazen de toprak zemininde, sabır ve keskin bir dikkatle oynanan bir oyunun; boncuklu, çizgili ya da pürüzsüz camdan yapılmış yuvarlak ve saydam dünyaları. Misket oyununda, farazi bir çizgi üzerine dizilen misketleri, tek bir misket atışıyla dağıtmak, bütün misketleri kazanmak demekti. Tıpkı günümüzdeki bowling oyunu gibi. Ancak misket oyunu, sadece yeni misketler kazanmak demek değildi. Çocuklar bu oyun esnasında, sabırlı olmayı, yenilgiyi kabullenmeyi ve dostça rekabet etmeyi de öğrenirdi. Ve önemlisi, paylaşmanın güzelliğini… Çünkü kazanan çocuk, çoğu zaman, misketlerini kaybeden arkadaşına, üzüleceğini bildiği için, kazandığı misketleri geri verirdi.

Saklambaç oyunu ise, biz çocukların hayal gücünü zorladığı oyunlardan biriydi. Saklambaç sırasında ebe, gözlerini bir duvara kapatarak ona kadar sayar, ardından “Önüm, arkam, sağım, solum, sobe!” diye bağırır ve herkes en iyi saklanma yerini bulmak için dört bir yana koşardı. Daha sonra gözlerini açan ebe, saklanan arkadaşlarını aramaya başlardı. Ağaç tepeleri, bahçe duvarları, bazen tavuk kümesi ya da annelerin “Oraya girme!” dediği eski kömürlükler, bu oyunun vazgeçilmez saklanma yerleriydi. Nefesimizi tutarak gizlendiğimiz, “Neredesin, çabuk çık” diye aranan ebenin sesiyle, "Acaba beni bulacak mı?" diye heyecanlandığımız bu anlar, nasıl da yüreklerimizi gümbürdetirdi! Asıl heyecan, saklanmak değil, saklananı bulmaktı. Saklananı bulan ebenin “Sobe!” sesi, sokakta bir zafer nidası gibi yankılanırdı. Saklananların, ebe tarafından yakalanmamak için yalnızca hızlı ve sessiz olmaları yeterli değildi, bazen de yardıma ihtiyaçları olurdu. İşte burada, diğer çocukların müdahaleleri devreye girerdi. Bir çocuk, ebenin dikkati başka bir yöne kaydığı anda, saklanan arkadaşına seslenerek “Elma dersem çık, armut dersem çıkma” diye bağırarak, bir tür şifre ya da ipucu verirdi. Saklanan kişi, duyduğu meyveye göre hareket eder, yerinden çıkıp çıkmamaya karar verirdi. “Elma” dediğinde, ebe fark etmeden saklandığı yerden çıkması, “armut” dediğinde ise yerinde kalması beklenirdi. Bu taktik hem saklanan oyuncunun işini kolaylaştırır hem de oyuna ayrı bir eğlence katardı. Ancak şifreyi doğru anlayamayan ya da yanlış zamanda hareket eden bir çocuk, ebeye kolaylıkla yakalanabilirdi. Bu tür yardımlar, saklambaç oyununu sıradan bir “saklan ve yakalan” oyunundan daha fazlası haline getirirdi. Çocuklar arasındaki dayanışma ile arkadaşlık bağlarını güçlendirir ve iş birliğini artırırdı. Saklambaç oyununun bu kadar sevilmesinin temelinde, saklanmanın ve bulunmamanın verdiği heyecan kadar, dayanışma duygusunu pekiştirmenin verdiği hazzı da hatırlamak gerek.

Mahalle aralarının tozlu sokakları, çocukluğumuzun en şen sahneleriydi. Sık sık geçen arabaların değil, oyun oynayan çocuk cıvıltılarının hüküm sürdüğü o sokaklarda, neşemiz hiç tükenmezdi. İşte böyle günlerin vazgeçilmez oyunlarından biri de lastik atlamaydı. Birkaç çamaşır lastiğinden oluşan ip, bizim için basit bir malzemeden çok daha fazlası; kız çocuklarının en büyük eğlencelerinden biriydi. Genellikle, çamaşır lastikleri birbirine eklenir, lastik yeterince uzun olduğunda oyun oynanabilirdi. İki çocuk lastiği ayak bileklerine geçirir, esnek ip gergin bir köprü gibi gerilirdi. Üçüncü çocuk ise oyunun kurallarına göre lastiği aşmaya çalışarak, lastiğin içine ya da dışına zıplardı. Oyunda, lastiği atlamaya çalışan oyuncunun aşması gereken dört seviye vardı. İlk seviye kolaydı; lastik, yere yakın, ayak bileği hizasındaydı. Ama seviye atladıkça işler zorlaşırdı: diz, bel ve en son omuz hizasına kadar yükselirdi lastik. Lastik atlayan, lastiği atlayamaz ya da lastiğe çarpar ise “yanar” yani lastik atlama hakkını kaybeder ve lastik tutan oyuncuyla yer değiştirdi. Lastik atlama, yalnızca sıradan bir zıplama oyunu değildi. Biz kız çocukları, içine kattığımız figürlerle oyunu kendi başına bir sanat eserine dönüştürürdük. “İç-dış” dediğimiz figürle lastiğin içine ve dışına zıplayarak ritmi tutturmaya çalışırdık. “Çaprazlama” figürüyle ayaklarımız lastik üstünde X şeklini alır, ardından hızla düz hale gelirdi. Her hareket, bir meydan okuma ve bir başarı hissi demekti. En zor olanı ise diz ya da bel hizasındaki seviyelerde ipi hiç çarpmadan geçmekti. Her başarılı atlayış, arkadaşlar arasında bir tezahürat dalgasına sebep olur, oyunun coşkusu sokakları doldururdu.

Sokakların kaldırım taşlarına kuruluverirdi oyun soframız; geniş bir daire olurduk. Toz toprak içinde kalmış dizlerimizle yere çömelir, mahalle arkadaşlarımızla, en içten gülüşlerimizi savururduk. O zamanlar, şimdiki gibi oyuncaklar, ekranlar ya da dijital oyunlar yoktu. Bazen bir mendil, biraz hayal gücü ve arkadaşlarımızla dünyanın en güzel oyunlarını kurardık. İşte o oyunlardan “Yağ Satarım, Bal Satarım” çocukların uydurduğu bir tekerlemeyle başlar ve çocuk çığlıklarımıza karışırdı. Oynamak için toplanmış çocuklar, kimin "ebe" olacağına, kısa bir sayışmaca sonucu karar verirlerdi. Ebe, eline bir mendil alır ve ağır adımlarla ya da hoplaya zıplaya dairenin etrafında yürümeye başlardı. Geri kalanımız, dizlerimizin üzerinde yere oturur, göz ucuyla ebeyi takip ederdik. Dikkat kesilirdik çünkü mendilin kimin arkasına bırakılacağını bilmemek oyunun en heyecan verici kısmıydı. Ama bu bekleyiş sırasında da hepimiz bir ağızdan o unutulmaz tekerlemeyi söylemekten geri durmazdık: “Yağ satarım, bal satarım, ustam ölmüş, ben satarım. Kömürlük de kömürlük, hanımlara ömürlük. Üç param olsa, beş param olsa, o da bana kalsa!”. Ebe, tekerlemeyi mırıldanarak dolanır dururdu dairenin etrafında. Bu esnada mendili birinin arkasına bırakmak için doğru anı kollardı. Yere çömelmiş biz çocuklar ise hem tekerlemeyi söyler hem de arkamızda neler olup bittiğini hissetmeye çalışırdık. Bir mendilin arkada bırakıldığı fark edilince, arkasına mendil bırakılan, ebeyi kovalayıp yakalamaya çalışırdı. Ebe yakalanmamak için hızlıca koşar, kendisini kovalayanın boşalan yerine otururdu. O kişi de artık ebe olur, yeni bir tur başlardı. Ama mendili fark eden hemen yerinden fırlar, ebeyi yakalarsa, ceza kaçınılmazdı. Ceza dediğimiz, aslında oyunun en eğlenceli kısmıydı: Yüksek sesle bir hayvan taklidi yapmak, komik bir şekilde yürümek, şarkı söylemek ya da bir tur boyunca "yalnızca zıplayarak" ebe olmak gibi herkesi güldürecek komik cezalar verilirdi. Mesela, benim en sevmediğim ceza, bana şarkı söyletilmesiydi. Sesimi çok çirkin bulduğum için, şarkı söyleme cezası benim için bir işkenceydi ve ben her şarkı söylediğimde herkes yerlerde yuvarlanarak gülerdi. O derece yani! Yine de bütün çocukların dahil olduğu, kenarda kimsenin yalnız kalmadığı ve dostluk bağlarının güçlendiği bu oyun en sevdiklerimdendi…

Sokakların neşeli çocuk nidalarıyla yankılandığı o eski günlerde, oyun dediğimiz şey, hayal gücünün sınırsızca çalıştığı bir evrendi. Evcilik oyunu, o büyülü evrenin en yaratıcı oyunlarından biriydi. Bazen bir avlunun ortasında, bazen de apartman girişlerinde kurulan bu masal dünyası için annenin eski bir ruju ya da çantası, evde kullanılmayan eski kaplar, küçük karton kutular, tenekeler, kısacası oyuncak yerine ele geçen ne varsa, oyun malzemesi olarak kullanılırdı. Evcilik, her çocuğun bir rol aldığı oyundu. Oyunda, kimi anne, kimi baba, kimi çocuk kimi de komşu rolünü oynardı. Rol dağıtımıyla birlikte her çocuğun yeni bir kimliği olurdu. Oyunun başlamasıyla birlikte, kendimizi rollerimize o kadar kaptırırdık ki, dışarıdan seyredenler basit bir çocuk oyunu değil de adeta tiyatral bir oyun seyrettikleri zannına kapılırdı. Evcilik, bir yandan eğlenceli bir oyun, bir yandan da çocukların büyüklerin dünyasına bir yolculuğuydu. "Anne" olan çocuk, bazen kendi annesini taklit ederek "Bulaşıkları yıkamamız lazım, çok işim var" diye söylenirdi. "Baba" olan, işten eve geldiğini hayal eder, "Bugün çok yoruldum, yemek hazır mı?" diye sorardı. Bu taklitler, büyüklerin dünyasını anlamaya çalışan çocukların masum çabalarıydı. Evcilik oyununda saatlerin nasıl geçtiğini anlamazdık. Bazen annelerimiz çağırır, "Hadi eve dönün!" diye seslenirdi. Ama o "ev", zaten bizim kurduğumuz dünyaydı. Teneke ocaklarımızı, karton tabaklarımızı toparlar, bir dahaki oyunda kaldığımız yerden devam etmek üzere saklardık. Her seferinde yeni bir hikâye yazılır, her oyunda dostluklar biraz daha güçlenirdi. Evcilik, aynı zamanda hayal gücünü, tiyatral yetenekleri ve sosyal becerileri geliştiren eşsiz bir deneyimdi. Basit malzemelerle büyük hikâyeler yaratmayı mümkün kılan bu oyun, biz çocukların dünyayı algılayış biçimine de ışık tutardı. Oyun sırasında, gerçek nesneler sembolik anlamlar kazanırdı. Örneğin, bir sopa kaşık olur, bir yaprak ise yemek tabağı. Evcilik, biz çocukların yalnızca yaratıcılıklarını değil, aynı zamanda duygusal zekâlarını da geliştiren bir oyundu. Örneğin, oyunda misafir ağırlayan bir ev sahibi rolünü oynayan çocuğun "Kahve mi içersiniz, çay mı?" diye sorması, onun yetişkinlerin sosyal iletişim biçimlerini kavradığını ve empati duygusu geliştirdiğini gösterirdi. Bu oyun sırasında çocuklar, kendilerini ifade etmeyi öğrenirler, konuşma becerilerini geliştirirlerdi.

Günümüz Türkiye’sinde, sokaklar çocuk seslerinden çok uzak. Hızla kentleşen şehirler, sokakları araçlarla doldurdu; çocukların oyun alanları güvenli birer sığınak olmaktan çıktı. Ayrıca, apartman hayatı ve betonlaşma, mahalle kültürünü büyük ölçüde zayıflattı. Bugünün çocukları çoğunlukla dijital oyunlarla vakit geçiriyor. Bilgisayarlar, tabletler ve akıllı telefonlar, oyun dünyasını ekranların içine hapsetmiş durumda. Çeşitli mobil oyunlar, çocukların yaratıcı yönlerini geliştirme potansiyeli taşısa da onları fiziksel hareketten ve yüz yüze iletişimden uzaklaştırıyor. 1970’lerin sokak oyunları, çocukların gelişimini çok yönlü destekleyen bir yapıya sahipti: Koşmayı, zıplamayı, hareket etmeyi gerektiren sokak oyunları, çocukların bedensel sağlıklarını desteklerdi. Günümüzün dijital oyunlarında ise bu tür bir fiziksel aktivite bulunmuyor. Hareketsizlik, çocuklarda obezite ve duruş bozukluğu gibi sorunları artırıyor. Sokak oyunları, çocukların bir arada oynamayı, kurallara uymayı ve çatışmaları çözmeyi öğrenmelerini sağlardı. Dijital oyunlar, bireysel performansa dayalı olduğu için sosyal etkileşim daha sınırlı kalıyor. 1970’lerin oyunları, basit malzemelerle sınırsız bir hayal gücü kullanmayı gerektirirdi. Bugünün dijital oyunları ise yaratıcı tasarımlar sunsa dahi çocukların hayal dünyasını önceden belirlenmiş bir çerçeveye hapsediyor.

Sokak oyunlarının azaldığı bugünün dünyasında, mahalle kültürü de büyük bir kayba uğradı. 1970’lerde, bir çocuğun sokağa çıkması demek, komşu çocuklarıyla kaynaşması, farklı yaş gruplarından arkadaşlar edinmesi demekti. Bugün ise apartman yaşantısı ve güvenlik kaygıları, çocukların bir araya gelmesini engelliyor. Bu değişim, yalnızca çocukları değil, toplumun geneli üzerindeki sosyal bağları da etkiliyor. 1970’lerin oyunları, komşular arasında bir bağ kurarken, bugünün bireyselleşmiş yaşam tarzı, bu bağların çözülmesine yol açtı. 1970’lerin sokak oyunları, geçmişte kalmış birer hatıra gibi görünse de bu oyunların çocukların gelişimi üzerindeki olumlu etkileri bugün hâlâ geçerliliğini koruyor. Bu nedenle, Türkiye’de oyun kültürünü yeniden canlandırmak için şu adımlar atılabilir: Şehirlerde çocukların özgürce oynayabileceği, güvenli oyun alanları inşa edilmeli. Eğitim müfredatına geleneksel sokak oyunları entegre edilerek, çocuklar bu oyunlarla tanıştırılabilir. Teknolojiyi dışlamadan, geleneksel oyunları dijital içeriklerle birleştiren projeler geliştirilebilir.

1970’lerin sokak oyunları, sadece birer eğlence aracı değil, aynı zamanda bir kültürün, bir yaşam biçiminin aynasıydı. Oyunların değişimi, elbette, toplumsal dönüşümün bir parçasıdır. Ancak geçmişin bu değerli mirasını günümüze uyarlayarak hem çocukların hem de toplumun yeniden bir araya geldiği bir oyun kültürü yaratmak mümkün. Çünkü oyun, sadece bir eğlence değil; aynı zamanda hayatı öğrenmenin en doğal yoludur.