Son yerel seçimlerde, CHP’nin net olarak birinci parti olması, ilk seçimlerde de Erdoğan’ı sandıkta yenebilecek aday adaylarının seçmenden teveccüh görmesi, iktidar ile muhalefet ilişkisini bambaşka bir evreye taşıdı.
İlk aşamada Erdoğan ile seçimden başarı ile çıkmış Özgür Özel arasında, yumuşama ve normalleşme adı altında bazı görüşmeler yapılmış olsa da, bu çok kısa ömürlü oldu. Çünkü hem Erdoğan ve Tek Adam Rejimi çok yıpranmış hem de seçmenin gözünde alternatif Cumhurbaşkanı adayları ortaya çıkmaya başlamıştı.
Bunu gören Saray rejimi, muhalefete karşı yeni stratejileri devreye koymaya başladı. Bu stratejiler önemli ölçüde demokrasisiz ve hukuksuz bir yönetim anlayışına dayanıyordu.
Muhalefetin DEM kanadına yönelik olarak başlayan yumuşama ve normalleşme adımları atılırken, CHP ve İmamoğlu cephesine yönelik olarak ise, adeta savaş ilan edildi.
Kamuoyuna, “Terörsüz Türkiye” adıyla sunulan süreç, DEM kanadında “Barış süreci” ve Kürtler için yeni Anayasal haklar olarak adlandırıldı. Öyle sürpriz bir sürece girildi ki, Abdullah Öcalan ile Devlet Bahçeli en uyumlu, müttefik liderler haline geldi.
Eş zamanlı olarak başta İmamoğlu olmak üzere, CHP’ye yönelik yargı operasyonları başlayıp, sokak hareketlenince, DEM, sürecin hatırına sessizliği tercih etti önemli ölçüde. Sokak ve meydan protestolarına katılmak ya da katkı vermek istemedi.
Oysa ki, Adalet Yürüyüşü’nde, HDP’li yönetici ve önde gelen politikacıları, Kılıçdaroğlu’nun yanında yer almışlardı. CHP’nin bu defa başlattığı Adalet talebi, malum nedenlerle DEM yöneticilerinden gerekli ilgiyi görmedi. Hatta Cumhuriyet ve Atatürk eleştirileri ile Cumhur İttifakı’na daha yakınız mesajı bile verilmeye çalışıldı.
Ancak Erdoğan’ın derdinin çözüm süreci ve demokratikleşme olmadığı, çok açıktı. Kayyumlar, siyasi tutuklular her geçen gün artarken, nasıl olur da, Saray, demokratik bir Anayasa isteği ile hareket edebilir?
Tam tersine daha sert, daha kapsamlı bir harekat devreye sokuldu. Anayasa ve hukuka aykırı tutuklamalar had safhaya çıktı. Suçu mahkemece sabit görülmeyen çok sayıda belediye başkanı, siyasetçi, bürokrat, gazeteci ve aydın tutuklandı. Bu insanların özgürlüklerinden mahrum etme suçudur aslında yargı bakımından.
Saray’ın hiç umurunda değildi bütün bunlar. Sertleştikçe sertleşti, bu kadarını da yapamazlar denilen her şey yapıldı. Ama işin ilginç yanı, CHP ve Özgür Özel (tabii ki İmamoğlu) buna karşılık verdi. Özel, Erdoğan’a hitaben yaptığı konuşmada, “savaş ilanını kabul ediyorum” diyerek, adeta, iktidarın restini gördü.
Gerçekten de ondan sonra adeta savaş hukuku devreye girdi. Saray sertleştikçe, Özel de karşılık verdi. Kimsenin gazdan ayağını çekmeye niyetli olmadığı bir aşamaya girdik. Erdoğan hamle yaptıkça, Özel de en üst perdeden karşılık veriyor.
İşe yumuşama politikası ile başlayan Özel, öyle bir sertleşti ki, hem sokağa moral veriyor hem sokak ve meydanlardan moral topluyor.
Yoksa bu sertleşme normal değil elbet. Özel’in miting sırasına savcıya karşı sarf ettiği sözler, demokrasi ve hukukun geçerli olduğu bir ülkede kabul edilemez; ama demokrasi ve hukukun tatile çıktığı bir ülkede böylesi yaklaşımlar, kamuoyundan destek görüyor.
Özel, İmamoğlu’nun tutuklanmasından beri yürüttüğü mitingler ve konuşmasına yansıyan öfke ile bu süreci iyi yönetiyor. Muhalefeti diri tutuyor.
Belediye başkanları tutuklamaları ve soruşturmalar, kamuoyunda destek gören girişimler değil. AKP’li birçok politikacı ve hukukçunun bile eleştirdiği bu operasyonlara karşı panzehir, tepkiyi ve demokratik sınırlar içinde öfkeyi yükseltmektir.
FETÖ Terör Örgütü’ne hitaben, “Ne istedin de vermedik?” itirafları ve en yetkili AKP’lilerden Bülent Arınç’ın, Melih Gökçek’i kastederek, “Ankara’yı parsel parsel FETÖ’ye peşkeş çektin” ihbarları hiç dikkate alınmazken, sadece CHP’li belediyelere yönelik ve gizli tanık veya itirafçı zorlamaları ile yapılan müdahaleleri, hukuk olarak tanımlamak doğru olamaz.
Belediye operasyonlarından sonra bizzat CHP’ye yönelik yargı girişimi de Saray’ın hız kesmeye niyeti olmadığını gösteriyor. Bahçeli’nin, “Kayyum atamak doğru olmaz” sözü çok da dikkate alınmıyor besbelli.
Ancak onun yerine CHP’ye kayyum atamak yerine, eski yönetime devretmek de aynı anlama gelecektir. Bu CHP’ye yönelik ağır bir darbe olur. Çünkü ülke çapında devam eden bu muhalefet dalgası, önemli ölçüde parti içine yansır. Erdoğan bırakılıp, hedefe Kılıçdaroğlu konur.
Eski yönetimin mahkeme kararı ile göreve gelmesi demek, CHP’nin mevcut yönetiminin gayrı meşru olduğunu kabul etmek demektir. Bunu kabul eden ve mahkeme kararı ile Özel ve ekibinin yerine atanan eski ekip, CHP’nin son seçim başarısını da geçersiz kabul edeceği gibi başta İmamoğlu olmak üzere tutuklu başkanlar ve bürokratların suçlu olduğunu kabul etmiş olur.
Bunu gören Özel, son mitingde, “Ne kayyumu ne de yargı marifeti ile yönetim değişikliğini kabul ederiz” dedi. Hem de çok net dedi. CHP yönetimine seçimsiz kimse göreve gelemez diye ekledi.
Çok net ve gerekli bir uyarıda bulundu. Biz buradayız. Eğer bunu yaparsanız, bu defa dağılmamak üzere toplanırız. 81 il yönetimi, 937 ilçe yönetimi ve 2 milyon üyemiz ile eylemlerimizi bir üst aşamaya taşırız.
Yaşananlar artık, iktidar ile muhalefet arasında bir siyasi rekabetin çok ötesine geçmiş bulunmaktadır. Bu aşamadan sonra her iki tarafın da geri adım atması zor bana göre.
CHP ve yönetimi, partiyi kayyum veya eski yönetime devredilmesini kabul ederse, bunu hukukun gereği gibi görürse, zaten hukuksuz ve demokrasisiz bir ülkeyi onaylamış, otoriter rejime katkı yapmış olur.
Dolayısıyla, dağılmamak üzere toplanmak kaçınılmaz olabilir.