Kravat takıp, medeni dünyaya tanıttık HTŞ lideri Colani’yi. Suriye artık ona emanet diye. Arap kıyafetlerini çıkarmış, silahı da elinden bırakmıştı. Böylece terörist, devlet adamı olmuştu. O da bunca para, silah ve lojistik destekten yararlanarak Suriye’de iktidara geldi. Getirildi.

İslamcı terör örgütü, yani verdiği silahlı mücadeleyi İslam adına verdiğine inanan bu insanlar, kravat takarak medeni mi olacaklardı? Tabii ki hayır. Ama artık ılımlı İslam olacaktı. Aynen ve güya bizde de Gülen örgütünün desteklendiği gerekçelerdeki gibi.

Hiçbir dini yönetim çoğulculuğa ve çağdaş hukuka/insan haklarına tahammül edemez. Baskıcı Şah rejimini yıkan Humeyni örneğinde de gördük bunu, Amerikan emperyalizmine karşı mücadele eden Afganistan’da da. Şimdi de Esad rejiminin yıkılması ile Suriye’de görüyoruz.

Saray iktidarının, dünyaya büyük bir gururla sunduğu, cihatçı HTŞ örgütünün de Suriye’de insan haklarına saygılı bir yönetim sergilemeyeceği belli değil miydi? Belliydi ama herkes oyununu oynadı. ABD, İsrail ve Türkiye önce Esad rejimini hedef aldı. Ama bundan sonrasında ne olacaktı?

HTŞ ve Colani ile kimler devam edebilir? HTŞ, çok etnili ve çok dinli (mezhepli) bu ülkeyi nasıl yönetebilir ki? Nitekim eski rejimin artıkları diye Arap Alevilerinin yaşadığı yerlerde büyük katliamlara girişmeye başladılar bile.

ABD ve Rusya bu gerekçe ile BM Güvenlik Konseyini toplantıya çağırdı. Türkiye’deki iktidar ise, bu katliamları çok dolaylı ve zorlama açıklamalar ile karşıladı. Açıktan burada katliam var diyemedi.

İktidar sözcüleri daha çok, rejim artıklarının tahrikleri üzerinde duruyor ama bunca sivil insanın, çoluk çocuk katledilmesinde, İslamcı rejimin rolüne vurgu yapmaktan uzak duruyor.

Çok rahatsız edici bazı açıklamalar arasında, “Oradaki aleviler ile Türkiye’dekiler aynı değil” lafları dikkat çekiyor. Ölenler insan diyemiyor yani. Alevinin türünden mi söz edilir bu durumda? Hristiyan    olsa ne olur, Dürzi veya Yahudi olsa ne olur?

Cihat, İslam adına savaşmaktır. İslam adına insan öldürmektir. Kelle koparmaktır. Kendisinden olmayanları ve fetva ile ölümü vacip denenleri, gözünü kırpmadan inanç uğruna öldürenlerin hukuku, bugün anladığımız hukuk ile alakası olamaz.

Cihatçının kuralı inançtır. Ona göre uyulması gereken kural, inancının bin dört yüz yıl önce belirlenmiş kurallarıdır. Bu kurallarda kadının kıyafeti, sosyal hayattaki yeri bellidir. Mülkiyet, miras ve ibadet şekli bellidir. İnanmayanlara karşı yapılacaklar da öyle. Bunların birçok örneğini İran’da, Afganistan’da gördük. Şimdi de Suriye’de görüyoruz.

Bunlar millet ya da halk egemenliği kavramına uzaktır. Egemenlik kutsala aittir. İnsanın tercihi söz konusu olamaz. HTŞ’nin sivil katliamlarına hedef olanlar, Sünni inanca uygun olmayan bir mezhebe inandıkları için bunlar başlarına geliyor. Ama fark etmez, Şii mezhebi de iktidara gelince İran’da başka katliamlar gerçekleştiriyor.

Burada önemli olan rejimin meşruiyet kaynağının inanç olması. Nitekim HTŞ iktidarında görev alan insanların birçoğu Çeçen, Arnavut, Türk, Arabistanlı. Yani kendini dini ideolojiye adamış ve bunun için şiddete başvurmayı bir görev olarak gören kimseler. Bu amaçla bir araya gelmişler ve bir örgüt altında toplanmışlar. Suriye veya başka bir yer fark etmiyor.

Halifelik ve Saltanat kaldırılırken, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ne demişti? “Biz ilhamımızı, gökten indiği söylenen sözlerden değil, hayatın gerçeklerinden alıyoruz.”

Hayatın gerçekleri bugün Türkiye’de ve Suriye’de inanç/mezhep ve etnik köken farklılıklarına rağmen, eşit haklar ve özgürlükler içinde yaşamalarını gerektiriyor. Aksi halde, egemen olanlar, azınlıkta kalanları boğazlayarak bir arada yaşamaya dayanan, çoğulcu bir toplum kuramazlar.

Araplar, Kürtler, Nusayriler, Hristiyanlar, Dürziler ve Musevilerin vatanı Suriye. Barış içinde bir arada yaşamanın yolu, inanca dayalı kurallar olamaz. Bunu zorlamak, bu çağda katliamları sürekli hale getirir o kadar.