Bugün Pazar, kültür günü, sanat günü… Altın Küre 2025, yani 82. Altın Küre Ödülleri, 5 Ocak 2025’te gerçekleşti. Oscar 2025, yani 97. Akademi Ödülleri 2 Mart’ta… Berlin Uluslararası Film Festivali ise (Berlinale) önceki gün başladı. Berlinale dünyanın en prestijli film festivallerinden biri olarak, sinema ve siyaset arasındaki ilişkiyi açıkça yansıtan bir platform.
Burada bir Hollywood Avrupa Sineması karşılaştırması yapmak şart. Hollywood filmleri, genellikle Amerikan rüyasını, bireysel başarıyı ve kapitalist sistemi yücelten hikayeler anlatır. Bu, “The Pursuit of Happyness” (Umudunu Kaybetme) gibi filmlerde açıkça görülür. Özellikle aksiyon ve savaş filmlerinde, ABD’nin dış politikası ve askeri müdahaleleri, genellikle olumlu bir ışık altında sunulur. “Top Gun” serisi buna örnektir.
Ama son yıllarda, Hollywood’da daha liberal ve ilerici temaların öne çıktığını görüyoruz. Cinsiyet eşitliği, ırkçılık karşıtlığı ve LGBTQ+ hakları gibi konular sıkça işleniyor. Ancak, bu filmler bile genellikle Amerikan merkezli bir bakış açısıyla sunuluyor. Hollywood’un ana amacı, kâr etmek olduğundan, ilerici mesajlar genellikle daha geniş bir kitleye hitap edecek şekilde dengeleniyor. Bilineni yineleyelim: Hollywood, devlet sansüründen çok, piyasa dinamikleri ve stüdyo politikaları ile sınırlanır.
Alman belgeselci ve iklim aktivisti Luisa Neubauer, ABD’li politikacılara gönderme yapan giysisi ile katıldı Berlinale’nin açılış gecesine. Bir süre önce Berlinale, X platformundan çıkmıştı. X bu görüntüyü sansürledi.
Avrupa Sineması’nın bir numaralı özelliği ise bana göre “Çeşitlilik ve Eleştirel Yaklaşım” olarak anlatılmalı. Avrupa sineması, kıtanın farklı ülkelerinden gelen çeşitli siyasi, sosyal ve kültürel bakış açılarını yansıtıyor yıllardır. Avrupa sineması, genellikle kapitalizm, sömürgecilik, göç politikaları ve Avrupa’nın kendi siyasi tarihi üzerine daha eleştirel ve bazen radikal bir yaklaşım sergiliyor.
Birçok Avrupa ülkesi, sanat sinemasını desteklemek için devlet fonları sağlar. Bu da, yönetmenlerin siyasi içerikli filmler yapmasını teşvik ediyor. Ayrıca, festivaller, özellikle siyasi ve sosyal konuları işleyen filmleri öne çıkarıyor, önceki gün başlayan Berlinale’de olduğu gibi. Avrupa filmleri, hem yerel siyasi olayları (örneğin, Almanya’daki neo-Nazi hareketlerini ele alan “Look Who’s Back” hem de küresel endişeleri (göç, iklim değişikliği) derinlemesine inceliyor. Avrupa sineması, tarih boyunca birçok farklı dönemden geçmiş ve her dönemde kendi çağının sosyal, kültürel ve siyasi dinamiklerini yansıtmıştı. Ancak, 21. yüzyılda, özellikle son birkaç on yılda, Avrupa sinemasının siyasetten ayrı düşünülemeyecek hale geldiği açıkça görülüyor.
Avrupa’nın göç politikaları ve mülteci akınları, filmlerde sıkça işlenen konular arasında. Ken Loach’un “Sorry We Missed You” (Üzgünüz Size Ulaşamadık) veya Fatih Akın’ın “Yaşamın Kıyısında” gibi filmler, bu konuları derinlemesine ele aldı. “Popülizm ve Aşırı Sağın Yükselişi” de tüm Avrupalı entelektüeller gibi yönetmenlerin de derdi. Bu trend, birçok filmde toplumsal ayrışma ve demokrasinin geleceği üzerine düşünmeye sevk ediyor. Örneğin, Ruben Östlund’un “The Square” (Kare) filmi, sanat dünyası üzerinden bu konuları eleştiriyor.
Avrupa sinemasında, kadınların rolü ve cinsiyet eşitliği konuları da öne çıkıyor. Celine Sciamma’nın “Portrait of a Lady on Fire” (Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi) gibi filmler, bu konuları sanatsal ve siyasi bir dille ele alır. “LGBTQ+ Hakları” da önemli. Hem yönetmenler hem de hikayeler, bu hakların savunulmasında önemli bir rol oynuyor. Avrupa sinemasında çevre bilincinin artması ve iklim değişikliğinin etkileri, artık filmlerin önemli bir parçası haline geldi. Ekonomik krizler de sinemanın gündeminde. İşsizlik, yoksulluk ve toplumsal dönüşümler, filmlerde sıkça ele alınan konular arasında. Costa-Gavras’ın “Capital” filmi gibi… Bu filmin alt cümlesi “Anaparanın derdi karapara!” adını taşıyordu.
Nazizm ve Holokost… Bu karanlık tarih de, hala Avrupa sinemasının vazgeçilmez temalarından. Doğu Avrupa’nın siyasi dönüşümleri de, SSCB’nin çöküşü ve sonrasında yaşananlar da, özellikle Doğu Avrupa sinemasında siyasi bir temel oluşturuyor. Avrupa sineması, siyasetle iç içe geçmiş durumda. Bu, sadece filmlerin içeriğinde değil, aynı zamanda yapımcılar, dağıtım ve izleyici algısında da belirgin. Siyasetsiz bir Avrupa sineması düşünmek, bugünün dünyasında neredeyse imkânsız hale geldi. Çünkü sinema, toplumların nabzını tutan ve geleceğine yön veren güçlü bir medya olarak hizmet veriyor.
Berlinale’ye şimdi bu açılardan bakalım: Bu festival Soğuk Savaş döneminde başladı ve her zaman siyasi meselelere açık bir festival oldu. 2024 hariç. 2024’te Filistin görmezden gelinince ortalık karışmıştı. Berlinale, son zamanda siyasi ve sosyal konuları işleyen filmleri özellikle öne çıkarıyor. İnsan hakları, göç, savaş, çevre sorunları, toplumsal cinsiyet eşitliği gibi konuların ele alındığı filmler sıkça yer alıyor. Festivalin ana yarışma bölümü, Panorama ve Forum gibi bölümler, genellikle siyasi mesajlar içeren veya sosyal adalet konularını işleyen filmleri içerir. Berlinale, yalnızca filmler aracılığıyla değil, aynı zamanda yönetmenlerin, oyuncuların ve sinema profesyonellerinin festival sırasında yaptığı açıklamalar, protestolar ve panellerle de siyasi konuları gündeme taşıyor.
Bu sene açılış töreninde ve gösterilecek filmlerde Filistin meselesi, mülteci krizi ve çeşitli insan hakları ihlalleri bu bağlamda sıkça ele alınan konular olarak dikkati çekiyor. Berlinale’yi sonuçlar açıklandığında bir daha değerlendiririz.
Şimdi açılış töreninde Onusal Altın Ayı ile ödüllendirilen Tilda Swinton’ın konuşmasına bakalım:
“Berlinale; dışlama, cezalandırma veya sınır dışı etme politikası olmayan sınırsız bir diyar. Sinemanın büyük bağımsız devleti... Kapsayıcı doğasıyla; işgal etme, sömürgeleştirme, ele geçirme, mülkiyet edinme ve riviyeraya dönüştürme çabalarına karşı bağışık.”
“Devlet eliyle işlenen ve uluslararası toplum tarafından mümkün kılınan toplu katliamlar şu anda dünyamızın birden fazla köşesinde aktif şekilde terör estiriyorlar. Gerçek bu! Bununla yüzleşilmesi gerekiyor. Netleştirmek için bunun adını koyalım. Bizim gözetimimiz altında insanlık dışı bir suç işleniyor. Aklımda bir tereddüt ya da şüphe olmadan bunun adını koymak, gezegen katilleri ve savaş suçlularıyla iyi geçinen açgözlü hükümetlerimizin kabul edilemez kayıtsızlığını idrak eden herkese sarsılmaz dayanışmamı sunmak için buradayım.”
Öyle görünüyor ki bu yıl Avrupa’daki film festivallerinde siyasallaşmanın zirvesine çıkacağız.