Haziran ayının sonunda Akdeniz ülkeleri bir kez daha alevler içinde kaldı. İspanya’da, Portekiz’de, İtalya’da termometreler 44 dereceyi gösteriyor. Fransa’nın güneyi, Yunanistan’ın kıyıları, Hırvatistan’ın ormanları her yaz olduğu gibi yine alev alev yanıyor. Türkiye’de durum farksız: Gaziemir, Torbalı, Menderes, Selçuk, Bergama, Milas, Didim, Bodrum… Her biri orman yangını alarmıyla uyanıyor sabahlara. Öte yandan İzmir’de bu hafta sıcaklıkların yeniden 40 dereceye çıkması bekleniyor. Tarım yanıyor, doğa yanıyor, insan yanıyor.
Peki soralım: Bu başka bir şey olabilir mi? Değil. Bu bir iklim krizi. Hem de artık kapımızda değil, evimizin içinde. Görmemek, inanmamak, konuşmamak sadece felaketi hızlandırıyor.
Eskiden yangın mevsimi diye bir şey vardı. Temmuz-Ağustos aylarına sıkışırdı. Şimdi takvim anlamını yitirdi. Mart’ta başlayabiliyor, Kasım’a kadar sürebiliyor. Kuraklık, aniden bastıran sıcak hava dalgaları, nemin düşmesi, tarım arazilerinde yoğun ilaçlama ve bilinçsiz ot temizliği yangını besliyor. Ama en çok da iklim krizi besliyor.
2023 ve 2024 yılları, şimdiye dek kaydedilmiş en sıcak iki yıl olarak tarihe geçti. 2025’in ilk altı ayında da benzer trend devam ediyor. Bilim insanları, dünyanın artık “El Nino” döngüsüne değil, kalıcı sıcaklık artışı sürecine girdiğini söylüyor. Bu, geçici bir doğa olayı değil, insan eliyle hızlandırılmış bir dönüşüm.İzmir’in ilçeleri üç gündür yangınlarla boğuşuyor. Geçtiğimiz günlerde Menderes, Selçuk, Bayındır ve Seferihisar kırsalında çıkan yangınlarda binlerce dönüm ormanlık alan yok oldu. Kuş cıvıltıları yerine helikopter pervanelerinin sesi yankılanıyor vadilerde. Karaburun’dan Ödemiş’e kadar bütün doğal alanlar tehdit altında.
NTV’de değerli gazeteci dostumuz Merih Ak’ın dediği gibi bu kadar büyük yangın görülmüş şey değil. Seferihisar’ın Atatürk, Cumhuriyet, Orhanlı, Payamlı, Kavakdere köy ve mahalleleri tahliye edildi.
Ancak sadece yangın değil, bu bölgeleri tehdit eden. Doğayı bir yandan ateş, diğer yandan rant projeleri tehdit ediyor.
Orhanlı Direnişi
İzmir’in Seferihisar ilçesine bağlı Orhanlı Köyü, bu ikili tehdidi en derinden yaşayan yerlerden biri. Hem yangınların hem de enerji projelerinin tam ortasında kalan bu küçük üretici köy, doğayı ve geleceğini savunma konusunda Türkiye’ye örnek olacak bir direnişe sahne oldu.
Orhanlı’nın dağlarına ve zeytinliklerine yapılmak istenen 22 adet jeotermal sondaj kuyusu, jeotermal enerji santrali (JES), güneş enerjisi santrali (GES) ve rüzgar enerjisi santrali (RES) projeleri, köy halkının ve çevrecilerin yoğun mücadelesiyle mahkeme kararıyla iptal edildi.
Bu mücadele öyle kolay olmadı. Traktörünü bırakıp dava sürecine katılan, mahkeme önüne yürüyen, bilirkişi raporlarını okuyan, Ankara yollarına düşen köylüler vardı.
Ne diyorOrhanlılı üreticiler: “Biz burada sadece zeytin toplamıyoruz. Toprağımızla yaşıyoruz. Jeotermal gelsin dediler, toprağımızı keseceklerdi. Su kuyularımız kuruyacaktı. Sanki bizi yok saydılar.Benim torunum burada büyüyecek. Burayı çölleştirmeye, yaşanmaz hale getirmeye kimsenin hakkı yok. Enerji lazım da, doğayı öldürerek enerji mi olur?”
Bu sözler bir isyan değil sadece. Aynı zamanda bir iklim adaleti çağrısı. Çünkü iklim krizinin en büyük bedelini, ne santrali yapan şirketler ne de projeleri onaylayan bürokratlar ödüyor. Bu bedeli, kırsalda yaşayanlar, toprağa bakanlar, ormanla iç içe yaşayanlar ödüyor.
Ne acıdır ki, doğa dostu enerji kılıfı altında sermayeye karşı savunulan o topraklar, şimdi de orman yangınlarıyla tehdit altında. Seferihisar’da çıkan ve halen tam olarak söndürülememiş olan yangında, Orhanlı civarındaki ormanlık alanların bir kısmı alev aldı. Yangın köye kadar dayandı. Bu defa köylüler, tapularla değil, bidonlarla, hortumlarla mücadele verdi.
İklim krizi dediğimiz şey, işte bu: sadece hava sıcaklığı değil; insanların hayatını, moralini, direncini, üretimini yakan bir kriz.
Akdeniz Yeni Yangın Kuşağı
Akdeniz havzası, artık bilimsel olarak “iklim krizinden en çok etkilenecek bölgelerden biri” olarak kabul ediliyor. Dünya genelinde sıcaklık ortalaması 1.1 derece artarken, Akdeniz’de bu artış 1.5 dereceyi geçti. Bu da demek oluyor ki; Yunanistan, Türkiye, İtalya, İspanya gibi ülkeler, kuraklık ve orman yangınları açısından dünya ortalamasından daha kötü bir tabloya sahip.
Üstelik bu ülkeler aynı zamanda turizme, tarıma ve doğaya dayalı ekonomilerle yaşıyor. Yani sadece çevre değil, gelecek de yanıyor.
Artık “iklim değişikliği geliyor” cümlesi geçersiz. Geldi, yerleşti, yangınlarla hayatımıza kazındı. Artık konuşmamız gereken şey: Ne yapabiliriz?
Yerel yönetimler, iklim krizini afet planlamasının merkezine koymalı.
Orman köylerinde bilinçlendirme çalışmaları artmalı; yangınlara karşı yerel halkla ortak savunma hatları kurulmalı.
Kent planlamasında betonlaşmadan vazgeçilmeli, yeşil koridorlar oluşturulmalı.
İklim eğitimi okul öncesinden başlayarak her yaşa yayılmalı.
Yurttaşlar olarak bireysel karbon ayak izimizi azaltacak adımlar atmalıyız: daha az tüketim, daha az araba, daha fazla geri dönüşüm.
Doğa hakları, artık anayasal güvence altına alınmalı.
Orhanlı Köyü, sadece bir köy değil. O, bu ülkenin doğasına, kültürüne ve geleceğine sahip çıkanların sembolü. Bu köydeki yurttaşlar yalnızca ormanı değil, iklim adaletini, gelecek kuşakların yaşam hakkını savundu. Onların mücadelesi sadece bir mahkeme zaferi değil; bir ahlaki duruştu.
Ve bu duruş, hepimize örnek olmalı.
Çünkü iklim krizi bir haber başlığı değil, bir çağın adı artık. Ve biz o çağın tam ortasındayız.