Kent Konseyi modeli, temsili demokrasinin zafiyetini azaltmak için başvurulan bir çare idi. Ama bizde adeta ölü doğdu. Çünkü temsili demokrasinin zayıflığını, katılımcılık ile azaltmak yerine, temsili demokrasiden yararlanarak katılım yerine himayeyi beslemiştir.

Sivil toplumu kent yönetimine dahil etmek ve katılımcı bir yönetime güç kazandırmak amacıyla kurulmuş olmalarına rağmen, Kent Konseyleri bir yandan belediye başkanlarının icazetine muhtaç hale gelmiştir. Belediye başkanlarının büyük bölümünün, Tek Adam modelini benimsemesi nedeniyle, Kent Konseyleri, başkanların yan kuruluşu veya arka bahçesi gibi işlev görmeye başlamıştır.

Katılımcılığı, iktidarını paylaşmak olarak gören başkanlar, kent konseylerine çok fazla şans tanımak istememiş, bunların yönetimlerini de çoğu zaman kendileri atamak istemiştir. Bunu beceremeyenler de kent konseylerinin yeterince aktif olmasına engel olmaktadır. Çünkü ve ne yazık ki, bu kuruluşlar mali olarak belediyelere bağlıdır.

Bu kurumsal sorun ama bunun bir de sosyolojik boyutu bulunmaktadır ve en az bunun kadar hayatidir. Geçen yazımızda hemşehrilik ve mezhepçilik derneklerinin kent yönetiminde etkili kurumlar haline gelişinden söz etmiştik.

Kitlesel göçler sonucu metropollere yığılan göçmenlerin kimlik dayanışmasını dernekler üzerinden yeniden üreterek, belediye meclisleri, parti örgütleri ve kent konseylerinde alanı kapsadıklarını anlatmıştık.

Gerek belediye başkanlıkları ve belediye meclislerine ve gerekse kent konseylerinin temsilcilerine baktığımızda bu net olarak görülmektedir. Daha detaylı incelemelerde belediye bürokrasisi ve yönetim kadrolarında da aynı dağılımı görmek mümkündür.

Peki, neden bu temsili kurumlarda doğum yeri Tunceli, Kars, Erzincan, Malatya ve Bingöl gibi yerlerden olanlar parti ve yerel siyasette daha başat da İzmirliler ve Batı illerinde doğanlar değil? Örneğin İzmir en çok Manisa’dan göç almış bir ildir ama Manisalılar, Aydınlılar ya da Muğlalılar adında dernekler neden yok? Ya da varsa da bu alanlarda varlık gösteremiyor?

Çünkü göçle oluşan fiziki ve sosyal mesafe ne kadar fazla ise, geleneksel dayanışma olanağı o kadar yükselmektedir. Manisalılar veya Aydınlıların, İzmir’de sosyal ve siyasal dayanışma içinde olmalarını beklemek pek gerçekçi olmaz. Bu amaçla dernek kurulsa bile yeterince ilgi görmez.

Oysa ki, Dersimliler, Erzincanlılar, Malatyalılar ve Karslılar (ve de Aleviler) - (tabii ki Sünni tarikatların da etkili olduğu iller az değildir) dernekleri geleneksel dayanışmayı kolaylıkla örgütleyebilir. Birlikte hareket etme kapasiteleri kimlik üzerinden kolaylaşır. Manisalı bir yurttaş topluluğunun, doğum yerini esas alarak yapacağı “biz” ve “öteki” tanımı anlamlı olmayacaktır.

Bu hep böyle değildi tabii ki. “Biz” tanımı yurttaşlık üzerinden yapılınca kültürel kimlikler siyaset alanında etkili olamaz. Bu tanımı sınıfsal temelli yaparsanız, bu defa da “biz” tanımı, emekçileri, köylüleri ve işçileri ifade edecektir. Dolaysıyla dayanışma da bu temelde olacaktır.

Seksen öncesinden bazı örnekler verelim. Gültepe Balkan ve Rumeli göçmenleri ile Doğu Anadolu göçleri ile oluşmuş bir semtti. Belediye kurulduğunda önce TİP’in desteklediği bağımsız aday belediye başkanı olmuştu. Daha sonra AP’li bir aday ve son olarak da CHP’li Aydın Erten.

Bu dönemlerde Gültepe’de belli başlı sivil toplum kuruluşları şunlardı: DİSK temsilciliği, Gül-Der ve Yurtsever Devrimci Gençlik Derneği. Doksanlardan sonra bu üçü de yoktu. Ama onun yerine çok sayıda yöre derneği kurulmuş, özellikle parti içi yarışlarda delege ağalığı yerleşik hale gelmiştir.

Yine seksenler öncesi partiler önseçim yapardı zorunlu olarak. Örneğin CHP’de ilk sıralarda Mahmut Türkmenoğlu ve Süleyman Genç yer alırdı. Biri Bademler Köyünden bir kooperatifçi idi. Tahtacı Alevisiydi, İzmir CHP üyeleri ve delegeleri arasında Alevi oranı yüzde üç bile yoktu henüz. Ama partililer oy verirken kültürel kimliği değil ideolojik tutumu esas alırdı. Süleyman Genç’in Karadeniz doğumlu olduğunu bilen de olmazdı, soran da.

O dönemde Töb-Der’li, Ferhat Aslantaş bile önseçimden çıkıp, milletvekili olmuştu. Sadece eğitimci ve solcu biri olarak. İnanç kimliği yoktu ve doğum yeri Manisa Gördes idi.

Geleneksel kimlik doğuştan elde edilir. Oysa modern toplumda statüler liyakate bağlıdır ve sonradan kazanılır. Yani muasır medeniyette, doğuştan sahip olunan kimlik nedeniyle kimse dışlanamaz ve buna dayanarak ayrıcalık talep edemez. Edilirse de karşılık bulamaz. Ama muasır medeniyet koşullarında.

Biraz daha devam edeceğiz.