İllüzyon, algının gerçeklikten sapmasıdır. Yani bir nesneyi, olayı ya da durumu olduğundan farklı şekilde algılamamızdır. Genellikle görsel, işitsel ya da dokunsal duyularımızla ilgili ortaya çıkar. İllüzyonlar, duyularımızın beynimizde nasıl işlendiğini gösteren önemli ipuçları sağlar. İllüzyon gerçek dışı değildir, ama algıdaki çarpıklık, gerçeği çarpıtır; bilinçli ya da bilinçsiz olabilir, fiziksel, psikolojik ya da nörolojik temellere dayanabilir. Kısacası illüzyon, gerçek bir uyaranın yanlış algılanmasıdır. Halüsinasyon ise, gerçekte olmayan bir şeyin var gibi algılanmasıdır. Örneğin: Halının üstünde duran sicimi bir yılan sanmak illüzyon, ortada sicim bile yokken yılan gördüğünü sanmak ise halüsinasyondur.
Dünya, 2025 yazına Ortadoğu’dan yükselen dumanlarla girdi. 13 Haziran’da İsrail, 21 Haziran’da ise Amerika Birleşik Devletleri, İran’a saldırdı. Gerekçeleri aynıydı: İran’ın gizli bir nükleer silah programına sahip olması. Ancak, nükleer tesislere yapılan saldırılardan sonra ne radyasyon sızıntısı oldu ne de Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) tarafından teyit edilmiş bir tehlike raporu yayımlandı. Peki neler oluyor?
İran, “Hiçbir zaman nükleer silah yapma hedefimiz olmadı” diyor. Amerika ise “Tüm nükleer tesisleri imha ettik” açıklamasıyla dünya kamuoyunun karşısına çıkıyor. Ama ortada nükleer serpinti yok, bağımsız teyit yok, kanıt yok. Bu noktada sormamız gereken soru şu: Ya Amerika ve İsrail kolektif bir halüsinasyon görüyor, ya da İran, dünyanın gözünün içine baka baka ustaca bir illüzyon oynuyor.
Savaşlar artık tanklarla değil, kelimelerle başlıyor. Algılarla sürdürülüyor. “Kitle imha silahları” yalanıyla Irak’ı işgal eden güçler, şimdi de aynı mantıkla İran’ı hedef gösteriyor olabilir mi? Bu bir algı savaşıysa, en güçlü silah artık bomba değil, hikâye anlatımıdır. Bu hikâyeyi kim kuruyorsa, gerçeği de o belirliyor. Felsefeci Jean Baudrillard’ın simülasyon kuramı akla geliyor: Belki de İran’ın nükleer programı, gerçekte bir füze değil, sadece bir hikâye.
Felsefeci Jean Baudrillard’a göre, çağdaş dünyada gerçeklik simülasyonlarla yer değiştirir. Bir şeyin olup olmadığından çok, öyleymiş gibi sunulması önemlidir. Simülasyon çağında, “gerçek” diye izlediğimiz birçok şey, aslında çoktan üretilmiş bir anlamın sahnesidir. İran’ın nükleer tehdidi de bu anlamda, Batı'nın yıllardır sahnelediği bir “hiper-gerçeklik” örneği olabilir.,
Eğer İran gerçekten silah üretiyorsa ama bunu inkâr ediyorsa, bu bir jeopolitik illüzyondur.
Ama eğer İran'ın böyle bir faaliyeti yoksa ve Amerika-İsrail bunu “görüyor” ve “vuruyorsa”, bu artık devlet ölçeğinde bir halüsinasyondur.
Peki hangi taraf sahte aynaya bakıyor?
Nükleer tehdit argümanı, yalnızca İsrail’in güvenlik paranoyasını değil, Amerika’nın bölgesel hesaplarını da meşrulaştırıyor. Oysa, bütün bunların temelinde ne var? Kanıtlanmamış bir iddia. Bu durum yalnızca Ortadoğu’yu değil, gerçekliğin kendisini tehdit ediyor. Eğer uluslararası toplum, sadece bazı ülkelerin iddialarına dayanarak savaş açmayı meşru sayıyorsa, artık gerçek yoktur; sadece anlatılar vardır.
Nükleer sızıntı nerede?
Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'nın (IAEA) saldırı sonrası yaptığı açıklamada, İran’da herhangi bir radyoaktif sızıntıya rastlanmadı. (Kaynak: IAEA resmî açıklaması, 22 Haziran 2025)
Uydu görüntüleri yok diyor
ABD’nin ve Avrupa’nın çeşitli sivil uydu izleme platformları (Maxar Technologies, Sentinel) 13-22 Haziran arası yayınladıkları görüntülerde radyoaktif serpinti bulutlarına dair herhangi bir emare paylaşmadı. (Kaynak: BBC Monitoring / Maxar Reports)
İsrail’in İran tehdidi algısı
İsrail, 1990'ların başından bu yana İran’ı “nükleer tehdit” olarak tanımlıyor. Ancak bu tehdide dair somut bir kanıt sunulmuş değil. (Kaynak: Haaretz, "Nuclear Shadows", 2022 derlemesi)
İran’ın pozisyonu
İran, 2003 yılında askeri nükleer programını sonlandırdığını ve 2015 nükleer anlaşması (JCPOA) çerçevesinde denetimlere açık olduğunu belirtiyor. (Kaynak: UN Security Council Records, JCPOA Report, 2023)
Savaşın yeni silahı: Algı
İran’ın "nükleer programı", gerçekte bir füze değil, bir anlatı olabilir. Tehditkâr bir imaj, Batı’nın jeopolitik planları için kullanılabilecek ideal bir düşman portresi. Irak Savaşı’nın gerekçesi olan “kitle imha silahları” hâlâ bulunamadı. Şimdi aynı sahne, farklı oyuncularla tekrar mı oynanıyor?
İllüzyonların efendileri: Gerçeği kim yönetiyor?
İsrail’in hayatta kalma stratejisinde güvenlik paranoyası, tarihsel bir travmanın sonucudur. Holokost’tan çıkan bir ulusun, olası her tehdidi büyütmesi ve bertaraf etmeye çalışması, normal bir refleks olarak anlaşılabilir. Ancak bu, her tehdidin gerçek olduğu anlamına gelmez. Amerika içinse İran, Ortadoğu'daki düzenin aykırı aktörü, İsrail karşıtı duruşuyla "dengeyi bozan" bir ülke. Ama bu denge kimin dengesi? Halkların mı, yoksa bölgedeki Amerikan çıkarlarının mı?
Gerçekliğin infazı
Gerçek, çoktan infaz edildi. Artık neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlamak için sadece gözlerimiz yetmiyor. Çünkü gözümüzün gördüğü de manipüle ediliyor. Uydu görüntüleri, haber başlıkları, güvenlik raporları; hepsi birer “sahne” haline geldi. İllüzyon, artık sadece bir sihirbazın el çabukluğu değil; devletlerin, medyanın ve istihbarat aygıtlarının politik aracına dönüştü.
Savaşın sadece toprakları değil, zihinleri işgal ettiği bir çağdayız. İran nükleer mi değil mi, belki teknik olarak bilinebilir. Ama kamuoyuna sunulan “gerçeklik”, artık ölçülebilir bir veri değil, yönetilen bir algı. Bu algının kaynağına ve amacına bakmadan, yaşanan hiçbir savaşı anlayamayız. Belki de artık gerçekliğin kendisini kurtarmak için savaşmalıyız. Çünkü bazen en büyük yıkım, gerçeğin imhasıdır.
Gerçeğin kendisi ne?
Bugün İran, defalarca Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) denetimlerine açık olduğunu ilan etmiş; 2015 tarihli Kapsamlı Ortak Eylem Planı (JCPOA) çerçevesinde nükleer faaliyetlerini sınırlandırmayı kabul etmiştir. Dahası, 190 ülkenin taraf olduğu Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması'na (NPT) taraftır ve bu anlaşma uyarınca nükleer silah üretmeme taahhüdü altındadır.
Peki ya İsrail?
İsrail, NPT'ye taraf değildir. Uluslararası hiçbir denetime açık değildir. Üstelik pek çok uluslararası gözlemci ve uzman, İsrail’in gizli nükleer cephaneliğinin 80 ila 200 arası başlıktan oluştuğunu belirtmektedir. (Kaynak: Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI) 2024 Yıllık Raporu)
Buna rağmen Batı medyası ve diplomasi çevreleri, İran’ın her nükleer araştırmasını şeffaflık testine tabi tutarken, İsrail’in sahip olduğu nükleer silahlar hakkında sistematik bir sessizlik sergilemektedir. Amerika ise hem kendi nükleer cephaneliğini korumakta hem de bu cephanenin önemli bir bölümünü Avrupa'daki NATO üslerinde konuşlandırmış durumdadır. Üstelik İran gibi denetime açık bir ülkeye karşı yapılan saldırılarda Amerika’nın “nükleer tehdidi önledik” söylemi, artık ironiyi dahi aşan bir ahlaki iflasa işaret etmektedir.
Bu tablo gösteriyor ki, İran’a yöneltilen "nükleer tehdit" söylemi, yalnızca güvenlik değil, aynı zamanda ahlaki ve hukuki çifte standardın ürünüdür. Denetime açık olanı vurmak, silahını saklayanı görmezden gelmek, yalnızca diplomatik bir yanlışlık değil, uluslararası sistemin meşruiyetini sorgulatan bir çöküştür. Eğer gerçekten nükleer silahsızlanma isteniyorsa, bu sürecin İran’dan değil, İsrail ve Amerika gibi silah sahibi ve denetime kapalı ülkelerden başlatılması gerekir. Aksi takdirde barış değil, yalnızca daha rafine savaş senaryoları üretilmiş olur.
Gerçeğin kendisini itiraf etmekten çekinmememiz gerekiyor. Çünkü bunu ezilen ve sömürülen halkların masum çocuklarına borçluyuz. İllüzyon, kollektif halüsinasyon ve infaz edilmiş gerçeğin ardındaki asıl gerçeğe odaklanmalıyız: Bu saldırıların ardındaki esas niyet, sadece nükleer bir silah korkusu değil, İran’da rejim değişikliği arzusudur. İsrail, İran’daki molla rejimini kendi güvenliği için birincil tehdit olarak görüyor ve bu rejim devrilmedikçe saldırı politikasından vazgeçmeyecek gibi görünüyor.
İsrail, uzun süredir Amerika’nın Ortadoğu’daki ileri karakolu konumundadır. Askeri ve istihbarat kapasitesiyle bölgeyi şekillendirme gücünü, büyük oranda Amerikan desteğinden alır. Bu noktada Trump yönetimi ve Cumhuriyetçi elitler, İsrail’in saldırgan stratejisine koşulsuz destek vermektedir. Bu destek yalnızca ideolojik değil, aynı zamanda çıkar temellidir. Amerikan politik sınıfının önemli bir bölümü, İsrail lobisinin etkisi altındadır.
Amerikan iç siyasetinde büyük sermaye, medya ve savunma sanayiiyle iç içe geçmiş İsrail yanlısı gruplar, Beyaz Saray’dan Pentagon’a kadar karar alma süreçlerinde belirleyicidir. Trump ve ekibi, bu grupların desteğini korumak için İsrail’in bölgesel hedeflerini kendi çıkarlarıyla paralel hale getirmiştir.
İran’a yapılan saldırılar ne bir savunma refleksidir ne de bölgesel istikrar için atılmış meşru bir adımdır. Tersine, bu saldırılar, uzun süredir perde arkasında ilerletilen büyük bir jeopolitik oyunun açığa çıkmış hâlidir.
Amerika’nın asıl hedefi, İran’ın nükleer kapasitesinden çok daha geniştir: Çin ve Rusya’ya karşı Ortadoğu’dan başlayarak çevreleme politikası yürütmek, Avrasya hattını kuşatmak ve enerji yolları üzerindeki hâkimiyetini mutlaklaştırmaktır. İsrail ise bu stratejinin ileri karakolu olarak, bölgedeki tüm rakipleri sindirme ve zayıflatma görevini üstlenmiştir. İran’a saldırarak, aslında sadece bir rejimi değil, bölgesel dengeyi de hedef almaktadır.
Bugün İsrail’in İran’ı vururken sivilleri de gözetmeden, sivil hedefleri bilerek bombaladığı bir düzende, “güvenlik” kavramı içi boş bir kılıfa dönüşmüştür. Gazze’de 100 bine yakın Filistinliyi acımasızca katleden, çocuk, kadın, yaşlı demeden soykırım uygulayan bir devletin “tehdit algısı” inandırıcılığını çoktan yitirmiştir.
Amerika’ya gelince… Demokrasi getirme adına Afganistan’a girip kan ve yıkım bırakan, Irak’ta milyonlarca insanın ölümüne sebep olan, Vietnam’da napalm bombalarıyla ormanları ve insanları aynı anda yakan bir ülkenin, bugün İran’a yönelttiği söylemler artık sadece bir retorik yorgunluğu yaratıyor. Bu ülkelerin hiçbir zaman gerçek bir demokrasi kaygısı olmadı; onların gündeminde yalnızca çıkar, tahakküm ve hegemonya vardı.
Üstelik bu son İran saldırısı, uluslararası hukuk ve Birleşmiş Milletler normları hiçe sayılarak, müzakere masaları henüz dağılmadan, diplomasinin ortasına düşen bir bombayla yapıldı. Bu da şunu açıkça gösteriyor: Bu operasyonlar ne savunma amaçlıdır ne de önleyicidir; doğrudan rejim değiştirme, korku yayma ve diz çöktürme hedeflidir.
Artık tüm bu saldırılarla birlikte gerçek niyetler ifşa olmuştur. Ortadoğu halklarına demokrasi, özgürlük ya da barış getirmek gibi bir dertleri olmayanların, geride bıraktığı tek şey ölümlerle dolu harabelerdir.
Bunca yıkım, çifte standart ve sahte söylem karşısında elimizi kolumuzu bağlayıp izlemek, tarihsel bir sorumsuzluk olur. Çünkü sessizlik, yalnızca zalimin işini kolaylaştırır. Bugün yapılması gereken ilk şey, hakikati ısrarla savunmaktır. Emperyalist anlatılara karşı alternatif bir bilgi zemini kurmak, savaş makinesinin işlemesine katkı sunan medya manipülasyonlarını teşhir etmek, her demokratik toplumun temel görevidir.
İkinci olarak, uluslararası hukuk ve diplomasi mekanizmalarının yeniden işler hale gelmesi için küresel bir sivil baskı gereklidir. Birleşmiş Milletler sisteminin yeniden düzenlenmesi, veto yetkisiyle mutlak güce sahip beş ülkenin keyfi çıkarlarını sınırsızca uygulamasına karşı yeni modeller geliştirilmesi artık ertelenemez bir ihtiyaçtır.
Üçüncüsü, bölgesel dayanışma ağlarının güçlendirilmesi şarttır. Ortadoğu halkları, yalnızca emperyal tahakkümle değil, kendi aralarındaki etnik, mezhepsel ve tarihsel ayrışmalarla da zayıflatılmıştır. Oysa bu coğrafyada barış ancak halkların birbirini dinleyip anlayabildiği bir ortak vicdan diliyle mümkündür.
Tüm bunlar, belki büyük güçlerin çıkar haritalarını hemen değiştirmeye yetmez. Ama tarihin akışını belirleyen her kırılma, küçük bir vicdan kıvılcımıyla başlar. Gerçek ile yalan arasındaki çizgi bulanıklaştığında, tarafsızlık bir seçenek değil, suça ortaklıktır! Bu suça ortak olmamak için susmayalım, tarafımız gerçeklerden ve mazlumlardan yana olsun…