Bugün, 20. yüzyılın en sarsıcı düşünürlerinden Jean-Paul Sartre'ın doğumunun 120. yılı. 21 Haziran 1905’te Paris’te dünyaya gelen Sartre, yalnızca bir filozof değil, aynı zamanda bir romancı, oyun yazarı, senarist, eleştirmen, siyasi aktivist ve elbette çağının vicdanıydı.

Sartre’ı anlamak için onun yaşadığı çağı anlamak gerekir: İki dünya savaşı, sömürgecilik karşıtı hareketler, faşizmin yükselişi ve ardından soğuk savaş... Tüm bu tarihsel dönemeçlerde Sartre, kalemini kılıç gibi kullanmış, yalnızca teorik değil, pratik bir aydın olmuştur. Simone de Beauvoir ile kurduğu alışılmışın dışında ama düşünsel olarak olağanüstü verimli ilişkisi, onun bireysel özgürlük ve sorumluluk anlayışını yaşamına taşıdığının da bir kanıtıdır.

Filozof Sartre’ın adı kuşkusuz en çok “varoluşçuluk” kavramıyla birlikte anılır. Ancak Sartre, varoluşçuluğu bir karamsarlık felsefesi olarak değil, bireyin kendi yaşamını özgürce biçimlendirme cesareti olarak görür. 1946’da verdiği ünlü konferansında söylediği gibi: “Varoluşçuluk bir hümanizmdir.” İnsan, önce var olur, sonra kendini tanımlar — Sartre’a göre bu, hem özgürlük hem de sorumluluktur.

En önemli felsefi eseri Varlık ve Hiçlik’te (1943), “kötü niyet” kavramı üzerinden, bireyin kendine ve başkalarına karşı nasıl yalan söylediğini inceler. Bu “kötü niyet”, Sartre’ın tüm politik duruşlarına da damgasını vurur: Özgürlüğün sadece düşünsel bir kavram değil, eylemle kanıtlanması gereken bir ahlaki sorumluluk olduğunu savunur.

1964 yılında kendisine verilen Nobel Edebiyat Ödülü’nü reddetmesi, Sartre’ın bu ilkeleri yaşamının sonuna dek sürdürdüğünün en açık göstergesidir. “Bir yazar, kurumsallaşmayı kabul etmemelidir,” demişti. Sartre’a göre yazarlık, bir iktidar ilişkisine dönüşmemeli, halkın vicdanı olarak kalmalıydı.

Jean-Paul Sartre’a göre insan, “özgür olmaya mahkûmdur.” Bu ifade, insanın kendi varlığını önceden belirlenmiş bir öz ya da yaratıcı plan olmadan yaşamak zorunda olduğunu vurgular. Yani “varoluş, özden önce gelir” düşüncesiyle, insanların kendi kimliklerini eylemleriyle şekillendirdiklerini savunur. Bu durum, her bireyi kendi hayatından tam anlamıyla sorumlu kılar. Kaçış yoktur; insan “tek başına bırakılmıştır” ve mazereti olamaz.

Sartre, bu felsefesini bir kağıt kesici örneğiyle açıklar: Kağıt kesici bir tasarımcının planına göre yapılır, yani öz önce gelir. Oysa insan, önce var olur, sonra kendini tanımlar. Bu da onu tam anlamıyla özgür ama aynı zamanda yükümlü kılar.

Sartre’a göre, “özgünlük” (authenticity) sonradan kazanılan bir şeydir. Bu özgünlüğü kazanabilmek için ölüm bilinciyle yüzleşmek gerekir. Ölüm, bireyin özgürce yaşama imkânının sonu olduğu için, varoluşun anlamını ve yükünü daha da derinleştirir.

Özgün bir yaşam, insanın kendi eylemlerine anlam vererek o anlamın sorumluluğunu üstlenmesini gerektirir. Buna karşılık “özgün olmayan varoluş”, bireyin kendi varoluşundan kaçmak için kendine yalan söylemesiyle tanımlanır.

Sartre, Martin Heidegger'den etkilenmiş olsa da, Varlık ve Hiçlik’te geliştirdiği düşünceler Heidegger ile yollarını ayırmasına neden olmuştur. Heidegger, Sartre'ın hâlâ metafizik çerçevede kaldığını savunur.

Sartre’ın varoluş felsefesi, psikoloji ve fenomenolojiyle de iç içedir. Bilinç yalnızca düşünsel değil, duygusal ve algısal bir yönü de içerir. Ancak Freud’un bilinçdışı teorisine yönelttiği eleştiriler, bazı düşünürler tarafından Freud’u yanlış anladığı gerekçesiyle eleştirilmiştir.

Bakar mısınız şu sözlere: “İnsanlar, yalnızca yaptıklarından değil, yapmadıklarından da sorumludurlar. Hayatta yapılacak o kadar çok hata var ki; aynı hatayı yapmakta ısrar etmenin anlamı yok”

Simone’la Açık Bir Hayat

Sartre ve Simone de Beauvoir arasındaki ilişki, 20. yüzyıl düşünce dünyasının en dikkat çekici entelektüel ortaklıklarından biridir. Evlilik kurumunu reddetmiş, ancak birbirlerine verdikleri sözü ömür boyu taşımışlardır. Aşkı, özgürlüğü, sadakati ve bağlılığı yeniden tanımlayan bu ilişki, Sartre’ın özgürlük felsefesinin bir tür yaşantıya dönüşmüş haliydi.

Birbirlerine “şeffaflık ilkesi” ile yaklaşmış, aralarındaki ilişkiyi başkalarınınkine benzemeyen bir tür düşünsel ve duygusal işbirliğine çevirmişlerdi. Sartre’ın Simone’a yazdığı mektuplar ve ikilinin yaşamı üzerine kaleme alınmış biyografiler, bu eşsiz ortaklığın derinliğini ve karmaşıklığını ortaya koyar. De Beauvoir’ın “Mandarins” ve “İkinci Cins” adlı eserleri de, Sartre’ın etkisinin izlerini taşır; tıpkı Sartre’ın eserlerinde Simone’un yankısının duyulduğu gibi.

Sartre, çocukluğunda dedesi Charles Schweitzer’in etkisiyle klasik Alman edebiyatına aşina olmuş; ergenliğinde Henri Bergson’un zaman ve bilinç üzerine yazılarıyla felsefeye adım atmıştır. Paris’teki École Normale Supérieure'de öğrenim görmüş, burada Raymond Aron ve Georges Canguilhem gibi isimlerle yolları kesişmiştir. Daha o yaşlarda mizahı, hicvi ve entelektüel provokasyonu bir yaşam tarzına dönüştürmüştü. Lindbergh taklidiyle düzenledikleri medya şakası, Fransa’nın en ciddi akademik kurumunu dahi sarsmıştı.

Bugün 120 yaşında olan Sartre yaşasaydı, acaba şu anki dünyaya ne söylerdi? İklim krizine, göçmenlere, yapay zekâya, sosyal medyanın bireyi tahakküm altına alışına karşı nasıl bir söz üretirdi? Tahmin etmek güç değil: “Özgürsünüz, ama bu özgürlükten kaçamazsınız.”

Sartre’ı 120. yaşında yalnızca bir fikir adamı olarak değil, düşünmeyi ve yaşamayı birbirinden ayırmayan bir entelektüel olarak hatırlamak gerek. Onun mirası, bugün bile bizi kendimizle yüzleşmeye zorluyor.

Aşk ve Felsefe Üzerine

Felsefî gelenekte, özellikle insanlar arasındaki aşk olgusuna, genel olarak bir tutku olarak bakılır ve küçümsenir. Çünkü filozoflara göre bu tür aşk, felsefî araştırmaların temelini oluşturan rasyonel düşünceyi bulandıran istenmeyen bir etkiye sahiptir.

Jean-Paul Sartre, varoluşçu felsefesinde aşka çok önemli bir yer vermiştir. İnsan kişiliğinin başkası aracılığıyla biçimlendiğini düşünen filozof, bu kuramını aşk olgusu temelinde geliştirmektedir. Ayrıca, felsefî gelenekte aşk pek itibar edilmeyen bir olgu olsa da, edebiyatta en basit halk masallarından psikolojik içerikleri en karmaşık eserlere kadar merkezî bir role sahiptir.

Filozofa göre varlığımız, başkalarının bakışlarıyla şekillenir; başkasının varlığını fark ettiğimiz anda, ona, istediğimiz şekilde görünmek isteriz. Bunun için başkasının bizi farklı bir bakış açısı ile, yani bizi nasıl istiyorsa öyle görebilme özgürlüğünü elinden almamız gerekir. Öte yandan başkası da, aynı işlemi bize uygulayacağından aramızdaki ilişki kaçınılmaz olarak bir çatışmaya dönüşür.

Sartre’ı Okumaya Nereden Başlamalı?
Sartre’a giriş için bazı temel kitaplar:

Varlık ve Hiçlik (L’Être et le Néant, 1943) – Onun başyapıtı sayılır. Zor bir felsefi metindir ama varoluşçuluğun temel taşlarını içerir.
Varoluşçuluk Bir Hümanizmdir (L'existentialisme est un humanisme, 1946) – Felsefesinin özünü daha sade bir dille anlattığı bu metin, halka açık bir konferans olarak sunulmuştur.

Bulantı (La Nausée, 1938) – Roman türünde kaleme aldığı bu eser, varoluşun anlamsızlığı karşısında bireyin yaşadığı krizi derinlemesine işler.
Duvar (Le Mur, 1939) – Politik ve insani temaları işleyen kısa hikâyelerden oluşur.

Sözler (Les Mots, 1964) – Otobiyografik anlatımıyla Sartre’ın çocukluğunu ve edebiyata nasıl tutunduğunu anlatır.

Ayrıca Simone de Beauvoir’ın “Bir Ayrılık Sonrası Mektuplar” adlı eseri, Sartre’ın ölümünden sonraki dönemde onun anısına yazılmış en etkileyici metinlerden biridir.

***

Sartre, bugün 120 yaşında olsaydı, bize muhtemelen yine sarsıcı ama dürüst bir soru yöneltirdi:
“Özgürlük, sadece sahip olmakla yetineceğimiz bir hak mı, yoksa üzerine titrememiz gereken bir sorumluluk mu?”

Kendisini bu soruyla ve bize bıraktığı düşünsel mirasla selamlıyoruz.