Başımızı kaldırıp etrafımıza baktığımızda, devasa bir lunapark görüyoruz; neonları göz alan, çığlıkları her yeri dolduran, rengârenk ışıklarla bezenmiş… Fakat bu lunaparkın görünmeyen bir köşesinde, zincirlerle bağlı bir kalabalık var; sıradan insanlar olan halklar, yani biz!

Biz; bizi adeta oyalamak için tasarlanmış bir yanılsama alanındayız. Zira, küresel kapitalizmin neonla kaplanmış yüzeyi, insanlığın en kırılgan yanlarını gizleyen bir yanılsama perdesi haline gelmiştir. Bugün “biz” dediğimiz özne; yurttaş olma niteliğini büyük ölçüde yitirmiş, tüketici kimliğine indirgenmiş bir varlıktır. Çünkü, benim adına “Algoritmik Düzen” dediğim bu yeni çağda; siyasal haklarımız, toplumsal dayanışma biçimlerimiz, tarihsel kazanımlarımız her geçen gün daha da artan biçimde, piyasanın soğuk mantığına havale ediliyor.

Bu piyasada; demokrasi, veri madenciliği üzerinden yeniden inşa edilen bir yönetim algoritmasına dönüşmüş; seçme özgürlüğü, seçeneklerin tasarlandığı bir mimarinin içinde kendini tekrar eden, basit bir seçim yanılsamasına indirgenmiş durumda… Biz enformasyona boğuldukça, hakikatin sesi kısılmaya başlandı. Baudrillard’ın ifadesiyle gerçeklik, simülasyonun arka odasında çürümeye bırakıldı!

Gücün yeni sahipleri: Algoritmik egemenlik

Eskiden iktidar, devletin zor aygıtlarıyla tahkim edilirdi; bugün ise gözetim kapitalizminin görünmez kablolarıyla. İktidarın yeni koordinatları şunlardır: Veri akışlarını yönetenler, yorumlayan değil, algoritma yazanlar, duygularımızı pazarlanabilir ürüne dönüştürenler. Günümüz emperyalizmi artık toprakları değil, bilinçleri kolonileştiriyor. Ekonomik büyüme adına insan, dijital pazarın tüketilebilir bir nesnesi haline getirildi ve ne yazık ki; insan varlığının anlamı, beğeni metriklerine, sosyal sermaye puanına ve davranış tahmin modellerine sığdırılıyor ziyadesiyle…

Yeni algoritmik düzende, kendini “dünyayı avucunun içine almış” gibi gören, ama aslında görünmez iplerle “algoritmik düzene” bağlı olan sıradan insanlar, yani biz; her sabah uyandığımızda elimizde telefon ekranı: Savaşı, soykırımı, çocukların enkazdan çıkarılışını, şiddete uğrayan kadınları, göçmenlerin aşağılanışını izliyoruz. Ama bir şey yapamıyoruz.
Çünkü bize verilen güç, aslında bir algıdan ibaret…

Fail belli! Güç bizde değil de ondan… Siyasetçilerde de değil aslında. Güç; bilgiyi manipüle edenlerde, algıyı yönetenlerde, bilincimizi kolonileştirenlerde. Yeryüzünün yeni imparatorları: Teknoloji devleri, finans oligarşisi, algoritmaların efendileri. Öyle bir sömürü düzeni kurdular ki;eskiden bedenler köleleştirilirdi, şimdi dikkatimiz. Eskiden madenler çıkartılırdı, şimdi verilerimiz. Biz onların ürünüyüz; onların pazarı, onların ham maddesiyiz.

Varoluşun tarihsel özü; eylem, direniş, dayanışma ve anlam üretimi üzerine kuruluydu. Bugün, bu temel sütunlar, pazar aklı tarafından aşındırılıyor. Heidegger’in “tekniğin egemenliği” olarak betimlediği süreçte, insan kendisinin yerine geçen makinelere işlevini devrediyor. Bu devralma sadece mekanik işler değil, karar verme, değer biçme hatta hayal etme yetilerini de kapsıyor. İnsan artık özne olarak değil; algoritmik tavsiyelerin sonucu olarak hareket eden edilgen bir figür haline gelmeye başladı.

Algoritmik kişilik: Benliğin kodlarla yeniden inşası

Netflix’in ne izleyeceğimizi seçmesi, Spotify’ın hangi müziğin “bize uygun” olduğunu fısıldaması, Tik Tok’un dikkatimizi saniyelerle biçimlendirmesi… Burada, tercih eden biz değiliz; tercih edilen tercihleri uygulayan varlıklarız. Özgürlüğümüz ise, seçenek yaratmaktan değil, sunulan seçenekler arasında gezinmekten ibaret.

Gazze’de yıkılan bir hastanenin görüntüsü ya da Myanmar’da yerinden edilen insanların çığlığı… Hepsini ekranların ardından ve kendi konfor alanlarımızdan izliyoruz… Oysa seyreden özne, sonunda acıyı tüketir ve unutur.

Bedenin ticarileştirilmesi: İnsan kendisinin reklam panosu

Influencer ekonomisiyle birlikte, insan bedeni ve kimliği başlı başına bir metaya dönüştü. Güzellik standartları, filtrelenmiş gerçekliğin tiranlığına tabii. Eksik olan tek şeygerçek insan, kapitalist koreografiye esir düşüyor.

İşe alım algoritmaları, kredi skorları, sağlık sigortası risk değerlendirmeleri… Bir insanın hak ettiği ücret, eğitim fırsatı, sağlık hizmeti giderek model çıktılarının sonucuna dönüşüyor. İnsanın değeri; istatistiksel olasılıklarla ölçülür hale geldi. Bu bağlamda yeni totalitarizm, veri nesnesine indirgenmiş bireydir.

Eskiden insanın anlamı metafizikle, ahlakla, birlikte var olma arzusu ile belirlenirdi. Bugün anlam, pazarın gölgesinde şekilleniyor. İnsan, tekniğin “kaynak” kategorisine indirgeniyor;
bizzat varlık, fayda ekseninde yeniden tanımlanıyor. Öyleyse, insan olmak, veri kümesinden nasıl ayrılabilir?

Yine de bu çağ, insanın değersizleşme momenti gibi görünse bile, aynı zamanda; yeni direniş biçimlerinin, yeni etik sorguların, yeni dayanışma yollarının doğum sancılarını da taşıyor. Çünkü insan, anlam arayan ve etrafındaki varlıklarla anlam kuran bir varlık olmaktan vazgeçemez. Bu yüzden bugün yapmamız gereken şey; gösterilen dünyayı değil,
gizlenen hakikati görmek için gözlerimizi yeniden ayarlamaktır. İnsan, giderek anlamını yitirdiği bu çağa teslim olmamalıdır…