Araf Çağı bütün emareleriyle zuhur etti.

Belirsizliğin kaosunda bekleyişteydik. Bir gece, gökyüzünde uçuşan füzeler, savaş uçakları, bekleyişin son bulduğunu haber verdi. Efendiler savaşacakmış…

Çağın muktedirleri, değersizliğin ve sığlığın getirdikleriyle mütecanis. İnsanlık ise, vicdan yoksunu muktedirler tarafından yönetilmek için dizleri üstüne çökmüş. İtaatin en bayağı hali…Ve bu duruma katlanmanın utancı yok hükmünde.

Tükenişin aşağılanmayı olağanlaştırdığı zamanların alaca karanlığındayız.

Nihayetinde, muktedir insanlığa; “Birbirinizi yeterince öldürmüyorsunuz, iş başa düştü.” diyerek işe koyuldu.

Her gün, sokakta, evde, okullarda, iş yerinde öldürmekle olmuyordu. Aç bırakarak da olmuyordu.Salgınlar, yerel çatışmalar hakeza yetmiyordu. Artık kitlesel ölümler gerekiyordu. Kolay değil, paradigma çökmesi gerçek olmuştu.

Sanayi devriminde, 100 milyon kadar insan öldürdüler… Bakalım, dijital devrimde kaç insan öldürecekler! Adeta, Tanrı’yı kıyamete zorluyorlar.

Bütün bu olan bitene bakınca insanın değeri üzerine söz söylemenin neredeyse imkânsız hale geldiğini görmek, çağın trajedisidir.

Yürüyen gerçek ile söz israfından ortalığa saçılanların buluştuğu hiçbir yer yok. Kürsülerden söylenenler ile sokakta hüküm süren gerçeklik birbirine benzemiyor.

Yarınların tükenişi, hayatı yeniden söylemek dışında seçenek bırakmıyor. Araf’ta bekleşen insanlık bir seçim yapacak; Tükeniş veya hayatı yeniden söylemek.

Arzuları insanı “yaşanası” bir hayatla buluşturmak ister. Ancak, tüketim toplumunda “yaşanası” olan, insanın tüketerek tükendiği koşullarda inşa edilen hayattır. Tüketilen, hayatın kendisidir.

Araf çağındayız. Belirsizliği savaş naralarıyla yırtan gafletin şaşkın insanlarıyız.

Savaş çağrılarıyla ölüme çıkarılan davete cevabımız ise; Elbet de isyan!