“Nazım”; düzenleyen, ahenk kuran, kelimeleri sıralayan.” Nazım Hikmet’in adı bir bakıma kendi kaderinin özeti gibidir: Çünkü o, "nizamı” yalnızca şiirde değil, hayatta da kurmaya çalıştı. Bu nedenle Nazım adı hem etimolojik hem de simgesel anlamıyla ona çok yakışır: Kelimeleri sıraya koyan, düzene başkaldırarak yeniden bir düzen kurmaya çalışan adam…
1902’de Selanik’te doğdu. O doğduğunda, Osmanlı dağılmaya yüz tutmuştu. İmparatorluk geriliyordu, haritalar parçalanıyordu, sokaklarda mülteci kadınlar ağlıyordu. Nazım, tam da bu çöküşün göbeğinde dünyaya geldi.
Annesi Celile Hanım, empresyonist fırçasıyla renkleri yakalayan ilk Osmanlı kadın ressamlardan biriydi. Babası Hikmet Bey, diplomatik masalarda Fransızca cümleler kuran, Batılılaşmış bir aydındı.
İstanbul’da Galatasaray Lisesi’nde ve Heybeliada Bahriye Mektebi’nde eğitim gördü. Ancak içindeki dizginlenemez ifade gücü, onu askerlikten çok şiire yöneltti. 1920'lerin başında Mustafa Suphi'nin izinden Sovyetler Birliği’ne gitti. Moskova’da, Ekim Devrimi'nin yankılarını henüz duvarlarında taşıyan Komünist Üniversitesi'nde öğrenim gördü. Orada ünlü Rus şairi Mayakovski’nin fütürist lirizmiyle tanıştı, sosyalist realizmi benimsedi. Artık Nazım için şiir, sadece duygunun değil, ideolojik bilincin de aracıydı.
Ancak Moskova günleri pek uzun sürmedi. Kalbinin pusulası hep İstanbul’u gösterdi. Her sokağa adım attığında; içinden Galata'nın taşları, bir Boğaz vapurunun düdüğü, annesinin gözleri geçiyordu.
Türkiye’ye döndüğünde kısa sürede hem halkın hem devletin dikkatini çekti. Şiirlerinde işçiden, köylüden, yoksuldan, mücadeleden söz ediyordu. Bu "tehlikeli kelimeler", devletin gözünde onu bir düşman haline getirdi. 1925’ten itibaren defalarca tutuklandı. Asıl büyük kırılma 1938’de geldi. Donanma Komutanlığı'nda görevli bazı subaylara şiirlerini okuduğu gerekçesiyle “ordu içinde isyana teşvik” suçlamasıyla 13 yıl 4 ay hapis cezası aldı. Oysa yaptığı; ülkesinde adil, eşit ve özgür bir düzen düşlemeye cesaret etmekti.
Bursa Cezaevi'nde geçen yıllar, Türk edebiyatının en verimli ama en trajik sayfalarını doğurdu. Hasret, memleket, evlat ve gelecek kaygısı; onun kaleminde zamanın ve duvarların ötesine geçiyordu:
“Oğlum,
beni düşünme ne olur,
ben iyi bilirim ne zaman susup
ne zaman konuşmam gerektiğini.
Sen
sen bana bakma,
sen top oyna…”
Yaşadığı mahpusluk ve yalıtılmışlık, onu umutsuz bir adam yapmadı. Aksine her dizesinde daha gür bir umut yankılandı. En çok özlediği ise, memleketinin taşı toprağıydı. İstanbul’un boğazını, Anadolu’nun taşrasını, halkının çehresini... O özlemini şöyle haykırdı:
“Memleketimi seviyorum:
Çınarlarında kolan vurdum, hapishanelerinde yattım.
Hiçbir şey gidermez iç sıkıntımı
memleketimin şarkıları ve tütünü gibi.
Memleketim:
Bedreddin, Sinan, Yunus Emre ve Sakarya,
kurşun kubbeler ve fabrika bacaları
benim o kendi kendimden bile gizleyerek
sarkık bıyıkları altından gülen halkımın eseridir…”
28 yaşında girdiği cezaevinde, 41 yaşına kadar kaldı. En güzel çağlarını parmaklıklar ardında tüketti. Ama yılmadı. O yıllarda yazdığı şiirler, edebiyat tarihine sadece estetik değil, insanlık değerleri açısından da iz bıraktı.
1950’deki af yasasıyla cezaevinden çıktı. Ama özgürlüğü uzun sürmedi. Devlet gölgesi yakasını bırakmıyordu. 1951’de bir şafak vakti, Karadeniz üzerinden bir balıkçı teknesiyle Romanya'ya kaçarak sürgün hayatı başladı. Ardından Moskova’ya geçti. Ve orada, en çok da memleket hasretini çektiği yıllar başladı. Sürgünde yazdığı şiirler, özlemin en ince tınılarıyla örülüdür. Sürgünde memleket şöyle dökülür kaleminden:
“Memleketim, memleketim, memleketim,
Ne kasketim kaldı senin ora işi
Ne yollarını taşımış ayakkabım,
Son mintanın da sırtımda paralandı çoktan,
Şile bezindendi.
Sen şimdi yalnız saçımın akında,
Enfarktında yüreğimin,
Alnımın çizgilerindesin memleketim,
Memleketim,
Memleketim…
Nazım, yalnızca Türkiye’nin değil, dünyanın da şairiydi. Pablo Neruda, onun için “büyük yoldaşım” dedi. Louis Aragon, onu “20. yüzyılın en büyük lirik şairi” ilan etti. Che Guevara’nın çantasında onun kitabı vardı. Türkiye’de ise Ataol Behramoğlu, Ahmed Arif, Gülten Akın gibi şairler onun izinden yürüdü. O, şiiri sadece estetik değil, etik bir eylem olarak kurdu. Türkçeyi yalınlaştırdı. Serbest ölçüyle yazdı, ama her dizeyi tıpkı adı gibi ahenkle işledi.
Ve 3 Haziran 1963 sabahı… Memleket hasretinden yorgun yüreği durdu. Ölümünden 10 sene önce “Vasiyet” adlı şiirinde Anadolu’da bir çınar ağacı altına gömülmeyi istemişti:
Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani,
- öyle gibi de görünüyor-
Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni
ve de uyarına gelirse,
tepemde bir de çınar olursa
taş maş da istemez hani...
Bu dizeler Nazım’ın sürgünde öleceğini bildiği bir dönemde, yine de toprağına karışma umudunu kaybetmeden yazdığı şiiridir. Ancak vasiyeti yerine getirilmedi. Mezarı hâlâ Moskova’da, Novodeviçi Mezarlığı’ndadır. Türkiye’ye dönmesi ne sağlığında ne de ölümünden sonra mümkün olabildi. Yakınları, özellikle eşi Vera Tulyakova ve oğlu Mehmet mezarın yerinde kalmasını istediler.
Bugün neden yeni Nazımlar yetişemiyor?
Bu sorunun cevabı yalnızca “yetenek eksikliği” değildir. Asıl mesele, çağın ruhuyla şairin arasındaki ilişki kopmuştur.Nazım, çağını hem estetik hem ideolojik olarak kavrayan bir figürdü. Bugünseşiir, bireysel çöküşlerin, yalnızlıkların ve içsel gelgitlerin alanı haline geldi. Elbette bu kıymetlidir. Ancak Nazım’ın şiiri toplumsal düzene itiraz iradesi de taşırdı.
Diğer yandan siyasi baskılar, oto-sansür, edebiyatın piyasalaşması ve şiirin yalnızca edebiyat çevrelerinde tüketilen bir forma indirgenmesi de bu üretimi sekteye uğratıyor. Şiir; sokağın, grevin, ezilmişliğin dili olmaktan uzaklaştırıldı.
Ayrıca Nazım’ın beslendiği çokkültürlülük, Avrupa’daki sürgün çevresi, Moskova’daki devrimci aydın iklimi, felsefe, tiyatro, resim gibi alanlarla iç içe bir entelektüel disiplin de artık nadiren bir arada bulunuyor. Dolayısıyla, bir Nazım’ın daha yetişmesi için hem bu coğrafyanın ruhunun değişmesi hem de şairin yüreğinin toplumsal bir kaygıyla atması gerekir.
Nazım Hikmet’in anısına saygıyla, bu topraklarda nice nazımlar doğsun dilerim…