Her yıl 10 Kasım sabahı saat dokuzu beş geçe, Türkiye hüzünlü bir sessizliğe bürünür. Yarın sabah da öyle olacak. Bayraklar yarıya iner, sirenler çalar, insanlar bir anlığına oldukları yerde hazır ola geçer; minnetle, saygıyla, en çok da özlemle… Bu sessizlik, bir milletin ortak kalp atışı gibidir. Aslında o birkaç dakikalık sessizlik, en az saygı duruşu kadar değerli bir şey barındırır içinde: Atatürk’ü anmak kadar, O’nu doğru anlamak ve doğru anlatmak da önemlidir.
Bugün genç kuşaklara Atatürk’ü nasıl anlattığımız, aslında geleceği nasıl kurmak istediğimizle doğrudan ilgilidir. Çünkü Mustafa Kemal Atatürk, sadece bir dönemin insanı değil, bir çağın da kurucusudur. Onu sadece tarih kitaplarındaki bir kahraman olarak anlatmak, o büyük düşünce insanının vizyonunu daraltmak demektir. O, bir düşünme biçimidir; rehberi bilim, pusulası vicdan, hedefi özgürlük olan bir zihniyetin sembolüdür.
Ne yazık ki bazı dönemlerde Atatürk’ü anlatırken ya fazlasıyla kutsallaştırıp erişilmez kıldık ya da onu yalnızca birkaç ezber hamaset cümlesinin içine hapsettik. Oysa Atatürk, tam tersine, topluma ulaşılabilir bir örnek olmak isterdi. Halkın arasından gelen, köylünün elini tutan, eğitimi ve öğretmeni baş tacı eden, sanatı ve sanatçıyı değerli kılan bir liderdi. O’nu anlamak için sadece Nutuk’u değil, yaşamındaki sade ayrıntıları ve satır aralarını da okumak gerekir: Küçük bir çocukla yaptığı sohbeti, bir köylünün sofrasında içtiği ayranı, kitap okumaya olan düşkünlüğünü, bir öğretmene “sizin sayenizde ben varım” deyişini, gibi…
Atatürk sadece bir “büyük kurtarıcı” değildir. Asıl mesele, “vatanı neden kurtarmak zorunda kaldığı ve nasıl bir ülke hayal ettiği”dir. İşte bunu anladığımız ve gençlere anlatabildiğimiz zaman, hatırasına da saygıda kusur etmemiş oluruz. Bilmeliyiz ki O, yalnızca bir savaş kazanmadı; bir zihin devrimi yarattı. Kadının özgürleşmesini, eğitimin laikleşmesini, üretimin değerini, doğanın korunmasını ve bilimin yol göstericiliğini savundu. Bugün dünyada hâlâ demokrasi ve özgürlük adına çaba gösteren her ülkenin önünde, Atatürk’ün bu çok değerli fikirleri ışık tutmaktadır.
Atatürk’ün en büyük eseri olan Cumhuriyet, sadece bir yönetim biçimi değildir; insanın onuruna, aklına ve emeğine dayanan bir yaşam kültürüdür. Bu kültürü korumak, süslü söylemlerle değil, her gün yeniden üreterek mümkündür. Eğitimde, sanatta, tarımda, bilimde, toplumsal eşitlikte onun izinden gitmek demek; O’nun “muasır medeniyet” idealini bugünün koşullarına taşımak demektir.

Şeref Akdik'in “Atatürk Ahlatlıbel'de Kazıda" resmi, 5 Mayıs 1933 tarihinde yapılan bu ziyareti gösteriyor. Atatürk, Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip, Ankara Valisi, Prof. Dr. Afet İnan ve Prof. Dr. Remzi Oğuz Arık ile birlikte Ahlatlıbel kazı alanını ziyarete gider. Kazı Başkanı Dr. Hamit Zübeyr Koşay’dır.
Bugünün gençlerine düşen görev, Atatürk’ü kalıpların içinden değil, hayatın içinden tanımaktır. O’nun fikirleri, çağlar aşan bir dinamizme sahiptir. Bir bilim insanının laboratuvardaki kararlılığında, bir öğretmenin öğrencisine umutla baktığı anda, bir yöneticinin dürüstçe halkı için çalışmasında, bir çiftçinin toprağına güvenle tohum serptiği yerde, bir gazetecinin doğrunun peşinde koştuğu haberde yaşar. Büyük Atatürk, bu ülkenin aklında, vicdanında ve emeğinde yaşamaya ancak böyle devam eder.
Her 10 Kasım’da aynı soruyu sormalıyız kendimize: Biz Atatürk’ü çocuklarımıza nasıl anlatıyoruz? Bir fotoğrafın altına yazılmış birkaç cümleyle mi, yoksa onun hayalini kurduğu çağdaş, özgür ve üretken bir toplumun parçası olmaya çalışarak mı?
Atatürk’ü önce doğru anlamak, sonra da doğru anlatmak demek, geçmişe değil geleceğe bakmak demektir. Onun yolunu takip etmek, bugünün dünyasında adaletsizliğe, cehalete, yoksulluğa karşı aklın ve bilimin rehberliğinde mücadele etmektir. Bu yüzden Atatürk, her yıl 10 Kasım geldiğinde sadece özlemle anılan bir lider değil, her sabah yeniden doğan aydınlık bir fikir olmalıdır.
Eğer bunu başarabilirsek, gençler onu sadece tarih derslerinde değil, kendi hayatlarına yön verirken de sık sık hatırlayacaklardır.
Ve işte o zaman, her 10 Kasım geldiğinde, yalnızca yasımızı değil, bir yeniden doğuş duygusunu da beraberinde yaşayacağız.