Soğuk Savaş’tan bu yana Avrupa ve ABD arasındaki ilişkiler, Batı dünyasının siyasi ve ekonomik istikrarını şekillendiren en temel unsurlardan biri. Son yıllarda, Avrupa’nın ABD’ye olan bağımlılığı ve bağımsız bir küresel güç olup olamayacağı tartışma konusu haline gelmişken önce Trump’ın seçilmesi, sonra da dünkü Almanya seçimleri her şeyi yeniden düşünmemizi gerektiriyor. Avrupa’nın ABD’den bağımsız bir aktör olarak hareket edebilmesi için çeşitli alanlarda kritik eşikleri aşması gerekiyor. Ama önce dünkü seçimi değerlendirelim.

"Benim mutlak önceliğim, Amerikalılar olmadan kendimizi savunabilmemiz için Avrupa’yı güçlendirmek" diyen Merz’in bu sözlerinin resimaltı olarak yer aldığı bu fotoğrafı sosyal medyada gezdirilmeye başladı.
Almanya’da anketçiler yanılmadı. Sandıklarda anketlerin de öngördüğü üzere Hristiyan Demokrat Birlik Partisi (CDU) Genel Başkanı Friedrich Merz’i Şansölye adayı gösteren Hristiyan Birlik (CDU/CSU) partileri yüzde 28,5 oyla birinci parti oldu. Neo-nazi ve faşist “Almanya için Alternatif (AfD) Partisi” ikinci sıraya yerleşti. Görevdeki Başbakan Olaf Scholz’un partisi Sosyal Demokrat Parti (SPD) ise tarihinin en büyük seçim yenilgisini yaşarken, seçimi üçüncü sırada tamamladı. Yeşiller ve Sol Parti yüzde 5 seçim barajını aşarak Federal Meclis’e girmeye hak kazanan diğer iki parti oldu.
Almanya’da benzersiz bir gelenek var. Seçim sonuçları açıklandıktan 2-3 saat sonra, parti liderleri TV’de açık oturuma katılıyorlar. Gecenin bir yarısına kadar bu açık oturumu izledim.
Çok enteresan bir söz etrafında gelişti tartışma… “ABD’den Bağımsız bir Avrupa” sözü bütün geceye damda vurdu. Fredrich Merz: “Öncelik, Avrupa’nın olabildiğince çabuk güçlenmesidir ki, adım adım ABD’den bağımsızlığı sağlayalım” dedi. Bence Avrupa’nın geleceği için en önemli şifre bu.
İkinci konu ise Fransa’dan sonra Almanya’da faşistlerin oylarının hızla yükselmesi. CDU, en büyük parti olarak ortaya çıkarken, aşırı sağcı Almanya İçin Alternatif (AfD) ikinci sırada yer aldı ve federal seçimlerdeki en iyi sonucunu elde etti.
Merz ile Merkel arasında uzun yıllardır süren bir çekişme Alman medyasının gündeminde… 2000’lerin başında, Merkel CDU’nun lideri olduktan sonra, Merz’i partinin parlamento lideri rolünden aldı ve bu rolü kendisi üstlendi. Merkel, Merz’i asla bakan yapmadı. Merz, Merkel’in CDU’yu merkez zemine kaydırma kararını eleştirdi ve bunun AfD’nin hareket etmesi için alan açacağından endişe ediyordu. Haklı çıkmış gibi görünüyor. Ve Merz, 2022’de parti lideri olduğunda, partinin programını çok daha muhafazakâr bir yöne doğru yeniden yazmaya başladı.
Merz, gençliğinde Katolik gençlik hareketinde imiş. Kürtaja karşı oy kullanmış, eşcinsellik hakkında garip yorumlar yapmış. Berlin’in eşcinsel belediye başkanı Klaus Wowereit için "Bana yaklaşmadığı sürece umursamıyorum" demiş.
Friedrich Merz’in 2009-2019 yılları arasında Atlantic Bridge’in başkanlığını yaparak Almanya-ABD ilişkilerini güçlendirme çabaları ve transatlantikçi kimliği, onun uzun süredir Batı ittifakına ve özellikle ABD ile güçlü bağlara verdiği önemi gösteriyordu. Bu dönemde Merz, iki ülke arasındaki ekonomik, siyasi ve kültürel ilişkileri derinleştirmek için çalışmış bir isim olarak öne çıkıyor. Donald Trump’a seçim zaferi sonrası gönderdiği el yazısı notta “liderlik için güçlü yetki” ifadesini kullanması da, ilk etapta Trump’ın liderliğine ve ABD’nin küresel rolüne dair olumlu bir yaklaşım sergilediğini düşündürüyor. Bu, Merz’in transatlantikçi geçmişine uygun bir jest olarak okunabilir; sonuçta, o dönemde Trump’ın yeniden başkan seçilmesi, ABD’nin uluslararası sahnedeki ağırlığını bir kez daha teyit eden bir gelişmeydi.
Ancak, seçim gecesi yaptığı açıklamada ABD’den “bağımsızlığı elde etme” sözü vermesi ve Trump’ın Avrupa’nın kaderine “büyük ölçüde kayıtsız” olduğunu söylemesi, Merz’in tutumunda bir dönüşüm ya da en azından stratejik bir yeniden değerlendirme olduğunu gösteriyor. Bu çelişki gibi görünen durum, aslında Merz’in hem pragmatik bir politikacı hem de değişen küresel dinamiklere uyum sağlamaya çalışan bir lider olduğunu ortaya koyuyor. Trump’ın ikinci başkanlık döneminde sergilediği politikalar – örneğin Avrupa’ya yönelik güvenlik taahhütlerini sorgulaması, NATO’ya dair eleştirileri ya da ticaret savaşlarını sertleştirme eğilimi – Merz gibi transatlantikçi bir ismi bile ABD’ye olan geleneksel güveni sorgulamaya itmiş olabilir.
Merz’in “bağımsızlığı elde etme” ifadesi, Avrupa’nın kendi savunma ve ekonomik kapasitesini güçlendirmesi gerektiğine dair bir çağrı olarak yorumlanabilir. Trump’ın Avrupa’ya yönelik tutumunun “kayıtsız” olarak nitelenmesi, özellikle NATO’nun geleceği ve ABD’nin Avrupa güvenliğine katkıları konusunda belirsizlik yarattığını ima ediyor. Bu, Merz’in Almanya ve Avrupa için daha özerk bir yol haritası çizme niyetinde olduğunu gösteriyor. Yani, transatlantik bağlara olan inancını korusa da, bu bağların eskisi gibi tek taraflı bir bağımlılığa dayanamayacağının farkında.
Bu durum, Merz’in hem idealist hem de realist bir çizgide hareket ettiğini düşündürüyor. İdealist tarafı, ABD ile köklü ilişkileri sürdürme arzusunu yansıtıyor; realist tarafı ise, Trump dönemiyle birlikte ABD’nin öngörülemez bir müttefik haline geldiğini kabul ederek Avrupa’nın kendi ayakları üzerinde durması gerektiğini vurguluyor. Almanya’da yaklaşan seçimler ve Merz’in şansölye olma ihtimali göz önüne alındığında, bu söylem aynı zamanda iç politikada da bir mesaj: Alman halkına, ABD’ye körü körüne bağlı olmayan, Avrupa’nın çıkarlarını önceleyen bir liderlik vaat ediyor.
Merz’in bu tutumu, transatlantik ilişkilerdeki romantik dönemin sona erdiğine dair bir kabul gibi görünüyor.
Trump’a tebrik notu göndermesi diplomatik nezaket ve geçmişten gelen alışkanlıkların bir yansımasıyken, “bağımsızlık” vurgusu, yeni bir dönemin gerçeklerine uyum sağlama çabası.
Bu, Almanya ve Avrupa için hem riskler hem de fırsatlar barındırıyor: Risk, ABD ile ilişkilerde yaşanabilecek gerilimler; fırsat ise, Avrupa’nın kendi kimliğini ve gücünü daha net bir şekilde ortaya koyma şansı.
Merz’in bu dengeyi nasıl yöneteceği, onun liderlik kapasitesini ve vizyonunu test edecek kritik bir sınav olacak.