Bugün ya da her gün, bir önceki güne göre daha yalnızız. Kentler kalabalıklaştıkça ve teknolojik gelişim hızlandıkça, yalnızlığımız da aynı oranda artıyor.

İstanbul ya da Newyork gibi devasa metropollerde insanlar birbirine neredeyse çarpa çarpa yürüse de gerçek anlamda yani nitelikli fiziksel temasları minimum düzeyde. Kapitalist tüketim toplumlarında hayat o denli süratli akıyor ki kimsenin çekirdek ailesi dışında başka kimseye ayıracak vakti yok! Dolayısıyla bireyler, 1970-80-90’lı yıllara nazaran, daha az yüz yüze iletişimde bulunuyorlar.

Toplumsal dinamikleri son derece olumsuz etkileyen bu olgu, demokratik mücadeleyi de törpülüyor ne yazık ki... Nasıl derseniz; bugün dünyanın birçok şehrinde bir gecede binlerce insanı sokağa dökmek mümkün. Birkaç saat içinde yayılan bir mesaj, milyonlarca paylaşıma dönüşebiliyor. Ama bu hareketlilik, 1970’lerin uzun soluklu mücadeleleriyle kıyaslandığında çok daha kırılgan ve yüzeysel sayılmaz mı?

1970’ler yalnızca toplumsal patlamaların değil, sabırla örülen düşünsel altyapıların da dönemiydi. Paris’in 1968’den devraldığı öğrenci protestoları, İtalya’da Torino işçi mahallelerinde kurulan sabit komiteler, Şili’de Allende dönemindeki halk meclisleri…

Bütün bu eylemler öncesinde insanlar kahvehanelerde, derneklerde, ev toplantılarında saatlerce tartışıp, karşılıklı fikir alışverişinde bulunuyorlardı. Bu süreç, bireyleri sadece bir protestonun katılımcısı değil, düşünsel ve ahlaki olarak dönüşmüş birer öznesi haline getiriyordu. Eyleme katılmak, basit bir tepkiden öte, uzun soluklu bir idealin sözcüsü olmak demekti. Bu derinlik sayesinde, demokratik hak ve özgürlük eylemleri kolayca dağılmadı; çünkü onları bir arada tutan şey içselleştirilmiş bir inançtı.

Bugünün hızlı ve kırılgan dalgalanması

Bugün sosyal medya, bir çağrıyı, çok kısa sürede milyonlara ulaştırıyor. İlk bakışta bu, demokrasi için büyük bir imkân gibi görünüyor. Fakat bu hızlı seferberlik, insanları uzun tartışmalarla ikna etme ve ideal üzerinden bağ kurma sürecini elimine ediyor. Bir protestoya katılmak için artık derin okumalar yapmak, ideolojik bir çerçeve edinmek ya da aylarca toplantılara gitmek gerekmiyor. Bir “beğeni” ya da hızlı bir paylaşım, katılım hissi yaratıyor. İnsanlar bir günde sokağa çıkıp ertesi gün gündelik hayatlarına dönebiliyor. Kimi zaman büyük kalabalıklar toplanıyor, ama birkaç hafta sonra bu dalga sönüyor; çünkü onu besleyen sağlam bir ideal yok.

Bunu son yıllardaki eylemlerde görmek mümkün. Fransa’daki Sarı Yelekliler, büyük bir öfke patlamasıyla milyonları harekete geçirdi, ama somut ve kalıcı bir siyasi programa dönüşmekte zorlandı. ABD’de polis şiddetine karşı yükselen Black Lives Matter dalgası, başlangıçtaki güçlü çıkışına rağmen uzun vadeli bir örgütlü politikaya dönüşmekte sıkıntı yaşadı. Bu örnekler, hızın gücüne rağmen, idealist ve demokratik bir örgüt tabanı olmayınca tepkilerin kısa ömürlü kaldığını gösteriyor.

Kalabalığın gücü ve yalnızlığı

Kentlerin korkunç büyük boyutlara ulaşması da bu kırılganlığı besliyor aslında. Metropoller insanlar arasındaki mesafeleri azaltırken aynı zamanda insanları yalnızlaştırıyor. Ortak metro hattını kullanmak ya da bir meydanda toplanmak, ortak bir siyasal bilinç anlamına gelmiyor. Kentsel yaşamın hızı, tüketim alışkanlıkları ve bireyselleşme, insanların derin ve sürekli bağlar kurmasını zorlaştırıyor; bireyleri kendi dünyalarına hapsediyor; toplumsallaşmayı engelliyor.

1970’lerin sendikaları, mahalle komiteleri, uzun tartışmalı dernek toplantıları, yerini dijital gruplara bıraktı diyebiliriz. Bu ise toplumsal eylemliliğin hem stratejik sürekliliğini hem de pazarlık gücünü zayıflattı. Büyük kalabalıkların görünürlüğü arttıkça, ideallerin kalıcılığı paradoksal biçimde azaldı.

Toplumsal enerjinin sönümlenmesi

Dijital mecralar, insanın eyleme dönüşecek enerjisini sessizce tüketiyor. Sosyal medyada gün boyu süren tartışmalar, öfkeyi bir anda parlatıp sonra söndürüyor. İnsanlar “bir şey yaptım” hissiyle oyalanırken, gerçek dünyadaki örgütlü ve sabırlı çabanın yerini dijital boşalım alıyor. Gel gör ki bu süreçte bireyler güya tepkisellik halinde, ama ne aralarında derin bir bağ ne de kalıcı bir hedefleri var.

İdeallerin yeniden İnşası

Oysa toplumsal değişim hâlâ idealist bireylere muhtaç. Gerçek dönüşüm, bireyin içinde kök salmış inançlara, örgütlenmeye ve birlikte öğrenme süreçlerine dayanır.

Mahalle meclisleri, kooperatifler, uzun tartışmalar, ortak üretim atölyeleri… Bu tür alanlar olmadan dijital gürültü, ne kadar parlak görünürse görünsün, gerçek değişimi besleyemez. Bu nedenledir ki dijital çağın en büyük paradoksu, toplumsal hareketlerin niceliğini artırırken, arkasına yaslandığı idealizmi inceltmesidir. Günümüzde, demokratik eylemlere katılan kalabalıklar ve hızlı harekete geçmeyi kolaylaştıran dijital medya ile iletişim araçları olsa da, kalıcı toplumsal dönüşüm için gerekli olan inanç, idealizm ve demokratik örgütlülük, 1970’lerin yüz yüze örgütlenen dünyasına kıyasla çok daha kıt maalesef.

Özetle, düşünmemiz gereken; kalabalıkların arttığı ancak bireyin daha da yalnızlaştığı 21. yüzyılın çeyreğinde, motivasyonu güçlü toplumcu idealistleri, yeniden ve nasıl yaratabiliriz meselesidir.