Donald Trump’ın önderliğinde Hamas’a sunulan “barış planına övgüler düzen Batılı diplomatlar, tarihin en büyük riyakârlıklarından birini sergiliyor. Zira, “Barış” adı altında yürütülen bu girişim, Filistin halkına yeni bir gelecek değil, daha derin bir mezar hazırlamaktadır. Trump’ın önderliğinde 2025 Eylül’de Hamas’a sunulan barış planı, ilk bakışta diplomatik bir çözüm girişimi gibi sunuldu. Ancak planın içeriğine yakından bakıldığında, bunun Filistin’in siyasal egemenliğini kısıtlayan ve İsrail işgalini kalıcılaştıran bir proje olduğu görülür. Bu plan Gazze’nin yeniden inşasında Filistin yönetiminin yetkilerini azaltmakta ve ABD destekli konsorsiyumların kontrolünü öngörmekte. Bu, barıştan ziyade vesayet sisteminin yeniden üretimidir.

Üstelik Trump “Gazze barış planıyla bir kez daha uluslararası sahnede “barış havarisi” gibi sunuluyor... Batılı diplomatlar bu planı “tarihi bir fırsat” diye övüyor; bazı Avrupa başkentleri onu “cesur bir lider” olarak nitelendiriyor. Oysa bu övgüler, barışın değil, riyakârlığın manifestosudur. Trump ne bir barış adamıdır ne de Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) dış politikasında bağımsız kararlar alabilen bir liderdir. Onun politik reflekslerini belirleyen, ABD’deki Siyonist lobilerin etkisidir, özellikle de seçim kampanyalarını finanse eden AIPAC (Amerikan İsrail Halkla İlişkiler Komitesi) ve onun etrafında kümelenmiş milyarder bağışçılardır.

Trump’ın “barış planı”, aslında bu lobilerin İsrail lehine güç konsolidasyonu stratejisinin bir parçasıdır. Barıştan çok, ABD iç siyasetinde Yahudi lobilerinin desteğini yeniden kazanmaya ve Evangelist seçmenlerin (ABD’de İsrail’i kutsal kitap gerekçesiyle destekleyen aşırı muhafazakâr Hristiyan gruplar) gönlünü almaya yöneliktir.

Trump’ın gerçek motivasyonu: Koltuk ve bağış

Trump’ın diplomatik girişimleri, kişisel çıkar mantığıyla şekillenmiştir. ABD siyasetinde senatörlerin ve başkan adaylarının çoğu, seçim kampanyalarını PAC (Siyasi Eylem Komitesi) adı verilen bağış ağları üzerinden finanse eder. Bu ağların en güçlüsü AIPAC’tir. 2024 seçim döngüsünde AIPAC, sadece Cumhuriyetçilere değil, Demokratlara da toplamda 100 milyon doların üzerinde bağış yönlendirmiştir. Trump, yeniden başkanlık kampanyasında bu desteği kaybetmemek için, İsrail’e yönelik söylemini sürekli sertleştirmiş; Gazze’deki sivil katliamları kınamak yerine “İsrail’in kendini savunma hakkı vardır” cümlesini sloganlaştırmıştır.

ABD’nin İsrail’e koşulsuz desteği: Ulusal çıkar mı, lobi disiplini mi?

ABD’nin İsrail’e koşulsuz desteği çoğu zaman “stratejik ortaklık” olarak açıklanır. Ancak “stratejik” kavramının altı boşaltılmıştır. Gerçek çıkar analizi şu sorularla sorgulanmalıdır: Gazze’deki katliamları görmezden gelmek, ABD’nin küresel itibarını güçlendiriyor mu, yoksa zedeliyor mu? İsrail’e milyarlarca dolarlık askeri yardım paketi, ABD vergi mükelleflerinin çıkarına mı hizmet ediyor? Yoksa bu, iç siyasette “İsrail karşıtı görünmemek” korkusunun ürünü mü?

Yanıt açıktır: ABD’nin İsrail politikasını yönlendiren “ulusal çıkar” değil, siyasal kariyerin sigortası haline gelmiş lobi sistemidir. Kongre’de İsrail’i eleştiren bir senatörün, AIPAC tarafından fonlanan rakip adaylarca hedef alınması sıradan bir durumdur. Nitekim 2022 ara seçimlerinde İsrail’i eleştiren Demokrat adayların %70’i lobi desteğiyle finanse edilen rakiplerince yenilgiye uğratılmıştır (kaynak: The Intercept, 2023).

Batılı diplomatların ve elitlerin riyakârlığı: Ahlaki çöküşün yüzü

Trump’ın planına övgüler dizen Avrupalı diplomatlar ve elitlerin çoğu, kendi ülkelerinin ABD’ye olan ekonomik ve savunma bağımlılığının farkındadır. Ancak bu bağımlılığı sorgulamak yerine, diplomatik “uyum” göstermeyi tercih etmişlerdir. Avrupa ülkeleri, NATO (Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü) çatısı altında savunma sistemlerinde ABD’ye tam bağımlıdır. Hava ikmali, istihbarat, GPS (Küresel Konumlama Sistemi) gibi kritik teknolojiler ABD kontrolündedir. Bu durum, Washington’a karşı açık eleştirinin, savunma güvenliğini tehlikeye atması anlamına getirir.

Ekonomik alanda da tablo benzerdir. ABD dolarının küresel rezervlerdeki payı %58’dir (IMF verisi, 2024). Yani Avrupa finans sistemi, Amerikan para politikalarına ve SWIFT (Uluslararası Bankalararası Finansal Telekomünikasyon Derneği) ağına bağımlıdır. Bu bağımlılık, ABD’nin ekonomik yaptırımlarını dolaylı biçimde Avrupa’ya dayatabilmesine imkân verir.

Kısacası, Avrupa’nın övgüsü, diplomatik değil; stratejik mecburiyetin kamuflajlı versiyonudur!

Siyonist lobinin Amerikan demokrasisini rehin alışı

Siyonist lobiler, ABD’de sadece dış politikayı değil, medya ve kamuoyunu da yönlendirmektedir. Büyük medya kuruluşlarının finansman zincirleri, doğrudan ya da dolaylı biçimde bu lobilere bağlıdır. Eleştirel haberler “antisemitik” (Yahudi düşmanı) etiketine kurban edilir, gazeteciler oto-sansüre zorlanır. Bu atmosferde, Trump’ın Gazze’deki katliamları destekleyen açıklamaları değil, “diplomatik girişimleri” manşet olur. Yani, barışa değil, algı yönetimine yatırım yapılır.

Peki ya gerçek motivasyon ne?

ABD’nin İsrail’e bu denli koşulsuz destek vermesinin ardında gerçekten ulusal güvenlik çıkarı mı var, yoksa başka bir şey mi? Eğer bu destek, Ortadoğu’da denge sağlamak içinse, neden Filistin’in siyasi temsilcileri sürecin dışında bırakılıyor? Eğer amaç terörü bitirmekse, neden Gazze’deki siviller hedef alınıyor?

Bu soruların yanıtı, ahlaki ikiyüzlülüğün yanı başında yatıyor. Gerçek motivasyon, iç siyasetteki finansal bağımlılık, seçim kazanma zorunluluğu ve Siyonist lobilerin onayını alma mecburiyetidir. Amerika, artık devlet aklıyla değil, bağış ağlarının ve medya manipülasyonlarının yönettiği bir demokrasi simülasyonu haline gelmiştir…

Donald Trump’ın 2025’te Hamas’a sunduğu “Gazze barış planına Batılı diplomatların verdikleri övgüler apaçık ahlaki bir çöküşü temsil ediyor. Bu övgüler, Gazze’de süregelen bir soykırımın üstünü örtmeye yönelik stratejik bir perdedir. Çünkü sahada, Batılı ülkeler yalnızca gözlemci değil, aktif destekçiler konumundadır. Avrupa ülkeleri hâlâ İsrail’e silah, uçak bileşenleri, elektronik sistemler ve istihbarat desteği vermektedir. Örneğin Birleşik Krallık hükümeti, İsrail’in askeri operasyonlarında kullanılabilecek bileşenlerin ihracatını lisanslamaktadır. Almanya, 2023’te İsrail’e 326,5 milyon euroluk silah ihraç etmiş olup askeri ilişkisini sürdürmektedir. Baskı altında olunmasına rağmen Almanya, bazı kritik silah sevkiyatlarını askıya alma kararı aldıysa da başlangıçtaki destek hattından çıkamamıştır. Avrupa’da askeri sistem bileşenlerinin üçüncü ülkeler üzerinden gizli sevkiyatları da yaygın biçimde sürmektedir; örneğin İtalya, Hollanda gibi ülkeler doğrudan sevkiyat yapmadıklarını söyleseler bile bileşen gönderimi yapmaktadır. Ayrıca birçok Avrupa devleti, İsrail’in sözde “haklı müdafaasını” destekleyen diplomatik pozisyonlar almış, BM ve AB platformlarında İsrail’i kınayan kararları veto eden ya da etkisizleştiren tutumlar sergilemiştir.

Birleşik Krallık, Avrupa Parlamentosu ya da Birleşmiş Milletler organlarında İsrail’e eleştiri getirilmesini sınırlandırmak için diplomatik pazarlıklar yürütmüş; “örtülü destek” stratejisi izlemiştir. Bu ikili strateji, yani yüksek sesle övgü, altta ise askeri ve diplomatik hatlarla destek tam bir ikiyüzlülük tablosudur.

Gazze’de yaşanan sivil ölümler, altyapının sistematik tahribatı, gıda-su krizleri ve ulaşım engellemelerinde yer alan aktörler; Netanyahu hükümeti, askeri stratejilerini sivilleri hedef alacak biçimde planlamış, yoğun bombardıman ve abluka uygulamış, Gazze’yi izole etmeyi ve aç bırakmayı stratejik bir silah olarak kullanmıştır; ABD, İsrail’e büyük miktarda askeri yardım (silah, mühimmat, yakıt, istihbarat desteği) ile birlikte siyasî koruma sağlamış, eleştirileri bastırmakta ise veto gücünü kullanmıştır. Bu desteğin devamı, İsrail’in Gazze’deki operasyonlarının sürdürülebilir olmasına olanak vermiştir; Batılı ülkeler ve diplomatlar askeri ihracatlar, bileşen sevkiyatları, lojistik destek ve istihbarat paylaşımı yoluyla doğrudan katkıda bulunmuşlardır. Diplomatik cephenin sessizliği ya da cılız kınamaları, küresel baskıyı azaltmış, sorumluluk paylaşımını belirsizleştirmiştir. Şimdi ise “Barış planı” övgüsüyle, adeta bu suça meşruiyet kazandırmaya çalışmaktadırlar…

Bütün bunları biraz daha ayrıntılı analiz edersek; ABD’nin İsrail’e koşulsuz desteği, klasik anlamda bir “stratejik ortaklıktan çok, yapısal bağımlılığın ve “ideolojik yakınlığın” bileşimidir. Bu bağ, üç düzlemde işler: Ekonomik: Yıllık 3,8 milyar dolarlık askeri yardım paketleri, 10 yıllık garantili finansman programlarıyla sabitlenmiştir. Siyasal: Kongre üyeleri, lobi baskısı nedeniyle İsrail’e eleştirel tutum takınmaktan kaçınır; aksi tutum siyasi intihar sayılır. Teolojik: ABD’deki Evangelist taban (İsrail’i Tevrat’ın Tanrısal planının bir parçası olarak gören Hristiyan muhafazakâr gruplar), bu politik çizgiyi dinsel meşruiyetle destekler. Böylece ABD, ulusal çıkarın ötesinde bir teopolitik yönelim sergiler. Bu yapısal çerçeve, “Trump’ın barışını daha baştan ideolojik olarak işlevsiz kılar.

Avrupa ülkelerine gelince; NATO (Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü) çerçevesinde ABD’ye savunma bağımlısı hâle gelmişlerdir. Hava ikmal, istihbarat ve ISR (İstihbarat, Gözetleme ve Keşif) kabiliyetlerinde ABD olmadan operasyonel sürdürülebilirlik mümkün değildir (EUISS, 2024). Bu teknik bağımlılık, politik düzlemde Amerika ve koşulsuz desteklediği İsrail saldırılarına ve soykırımına karşı, elbette bir “sessizlik refleksi” üretmektedir…

Gazze soykırımında suç ortaklığı

Gazze’de süregelen insani felaket, görüldüğü üzere, tekil bir devletin değil, uluslararası iş birliğiyle yürütülen kolektif bir suçun ürünüdür. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi’nin 2024 tarihli raporu, Gazze’deki abluka ve bombardımanların “insanlığa karşı suç” kapsamına girdiğini açıkça belirtmiştir.

Bu tablo, yalnızca “seyirci suç ortaklığı” değil, doğrudan fiili iştirak anlamına gelir.
Dolayısıyla sorumlular yalnız Hamas değildir; ABD, İsrail ve onlara destek veren Batılı ülkeler bu zincirin halkalarıdır. Bu soykırıma katkı sağlayan devletler, liderler ve diplomatlar da suç ortağıdır. Trump’ın barış planı övgülerine katılan diplomatlar ve elitler, bu plan sayesinde etik bir kabuk oluştururken, sahada eyleme geçenlerle aynı suça ortak olmuşlardır. Bu nedenle, Gazze soykırımında, Hamas kadar sorumlu olan Trump ve ABD yönetimleri ile Batılı destekçileri de uluslararası hukuk önünde hesap vermelidir.

UCM (Uluslararası Ceza Mahkemesi) ve ICJ (Uluslararası Adalet Divanı) gibi kurumlar, bu tip toplu suçlarda devletler ve liderler için hesap sorma imkânı sunmaktadır.

Gerçek barış, ancak bu yapısal suç düzeninin ifşa edilmesiyle mümkündür.