Türkiye siyasetinde taşların yerinden oynadığı, iç ve dış dinamiklerin birbirini beslediği bir dönemden geçiyoruz. İçeride ekonomik kriz, yargı tartışmaları, muhalefet içi rekabet; dışarıda ise Suriye’deki gelişmeler, Gazze savaşı ve ABD-İsrail ilişkilerinin Ortadoğu’daki yansımaları gündemin merkezinde. Bu çerçevede özellikle iki kritik hattın Türkiye siyasetinde belirleyici olduğuna şahit oluyoruz: DEM Parti’nin pozisyonu ve Rojava’daki PYD/SDG yapılanması.

Türkiye kamuoyunda sıkça dile getirilen bir tez, DEM Parti’nin Türkiye içindeki Müslüman Kürt seçmen desteğini kaybetmemek için Filistin yanlısı bir dil kullandığı, buna karşılık Rojava’daki PYD/SDG yönetiminin ABD ve dolaylı olarak İsrail’le iş birliği içinde olduğu yönünde. Bu tablo üzerinden bazı yorumcular, DEM’in Türkiye’nin olası yeni bir Rojava operasyonuna itiraz etmemesi karşılığındaAKP’ye, dolaylı destek verebileceğini iddia ediyor. Eğer böyle bir senaryo gerçekleşirse, bunun 2028 seçimlerinde CHP’nin şansını zayıflatacağı öne sürülüyor.

Peki gerçekten tablo bu kadar net mi? Mevcut veriler ışığında hem somut olgulara hem de siyasi ihtimallere bakmakta fayda var.

DEM’in Filistin tutumu: Tabanına seslenmek

DEM’in resmî açıklamaları, özellikle 7 Ekim 2023 sonrasında net bir şekilde Filistin yanlısı oldu. Parti, Hamas’ın sivilleri hedef alan saldırısını not etmekle birlikte, esasen İsrail’in Gazze’de yürüttüğü operasyonları “soykırıma dönüşen” bir süreç olarak tanımladı. TBMM’de araştırma komisyonları kurulmasını, uluslararası toplumun 1967 sınırları temelinde çözüm üretmesini talep etti.

Bu pozisyon, yalnızca partinin ideolojik çizgisiyle değil, aynı zamanda Türkiye içindeki Müslüman Kürt seçmenin genel duyarlılıklarıyla da uyumlu. Kürt seçmen kitlesi içinde Filistin meselesi, tarihsel ve dini bağlamda bir sempati konusudur. Dolayısıyla DEM’in bu tutumu, bir yandan insani duyarlılığa seslenirken, diğer yandan kendi seçmen tabanını diri tutma ve muhafazakâr Kürtlerle bağlarını koparmama çabasının da bir yansımasıdır. Kısacası DEM Parti, Türkiye içindeki dengeleri gözeterek Filistin yanlısı söylemi bir tür “iç siyaset yatırımı” olarak kullanmaktadır.

SDG/PYD’nin İsrail iddiası: Gerçek mi, algı mı?

Rojava’daki PYD/SDG yapılanması ise sahada çok farklı bir gerçeklikle karşı karşıya. SDG’nin lideri Mazlum Abdi, Hamas’ın İsrailli sivillere yönelik saldırılarını “kabul edilemez” olarak tanımlarken, İsrail’in Gazze’de yol açtığı “dehşet verici sivil kayıpları” da aynı şekilde kınadı. Yani ortada “İsrail’i destekleyen” bir pozisyon değil, çift yönlü bir kınama dili var.

Ancak şurası açık: SDG’nin ABD ile stratejik ortaklığı tartışmasız bir olgu. ABD’nin sahadaki askeri varlığı, eğitim desteği ve IŞİD’le mücadele koordinasyonu, SDG’yi fiilen Washington’un partneri haline getirdi. İşte bu nedenle Türkiye kamuoyunda “ABD ile yan yana olmak eşittir İsrail’le de aynı eksende olmak” algısı güçleniyor. Fakat dikkat: Bu, doğrudan ve belgeli bir İsrail–SDG iş birliği değil; daha çok algıya dayalı bir siyasi yorum.

Türkiye açısından ise tablo farklı. Ankara, Rojava’daki âdem-i merkezî yönetim modelini üniter devlet yapısına tehdit olarak görüyor. Bu nedenle Suriye’nin kuzeyinde yeni bir askerî harekât ihtimali her daim sıcak tutuluyor. Erdoğan’ın 2025’teki parlamento açılış konuşmasında kullandığı “Suriye’nin parçalanmasına izin vermeyeceğiz, gerekirse ilave adımlar atacağız” ifadesi bu yaklaşımı teyit ediyor.

DEM–AKP ilişkileri: Pazarlık iddiası

Son dönemde Ankara kulislerinde konuşulan bir başka başlık, DEM ile AKP arasında “örtük bir yakınlaşma” ihtimali. Meclis resepsiyonlarındaki temaslar, basına yansıyan görüşmeler, her iki tarafın birbirini dışlamaktan çok “temkinli mesafeyi” tercih etmesi bu söylentileri güçlendiriyor.

Ancak şu nokta önemli: DEM’in AKP’ye Rojava karşılığı destek verdiğine dair herhangi bir resmî belge, anlaşma ya da açıklama yok. TBMM’de muhalefet çizgisi sürüyor, önergelerde CHP ve diğer muhalefet partilerinden ayrı tavır almıyor. Yani “pazarlık” iddiaları şu an için yalnızca spekülasyondan ibaret.

Bununla birlikte, siyasette görünmez taktiksel iş birlikleri mümkündür. Örneğin DEM’in yerel yönetimlerde kayyum baskısına karşı AKP ile zımni bir uzlaşı arayışı içine girmesi ya da AKP’nin Kürt seçmen desteğini bölmek için DEM’i tamamen kriminalize etmektense kontrollü temaslar kurmayı tercih etmesi, realist ihtimaller arasındadır.

2028 seçimlerine doğru CHP’nin şansı

Gelelim 2028 seçimlerine… CHP, 2024 yerel seçimlerinde 47 yıl sonra ülke genelinde birinci parti olmayı başardı. Özellikle büyükşehirlerde AKP’den önemli ölçüde oy geçişi yaşandı. Bu, CHP’nin önümüzdeki seçimler için ciddi bir ivme yakaladığını gösteriyor.

Ancak bu ivmenin korunup korunamayacağı belirsiz. Türkiye’nin ekonomik sorunları kalıcı hale gelir ve CHP bu sorunlara çözüm önerilerini güçlü bir şekilde halka anlatabilirse, iktidar değişikliği ihtimali küçümsenemez.

Öte yandan iktidarın elinde güçlü kozlar var: Suriye dosyası ve güvenlik gündemi, milliyetçi seçmeni mobilize etme kapasitesine sahip. Medya ve yargı kontrolü, muhalefetin sesini kısıtlayabilir. Muhalefet içi adaylık krizleri (örneğin ortak cumhurbaşkanı adayı seçimi), 2023 seçimlerinde olduğu gibi seçmen güvenini zedeleyebilir.

Dolayısıyla CHP’nin şansı zayıf değil ama kırılgan. DEM’in pozisyonu da bu kırılganlıkta önemli bir faktör. Eğer DEM, AKP ile daha yakın bir çizgiye kayarsa, muhalefet bloğunun ortak zemini daralabilir. Aksine, CHP ile güçlü bir demokratik ittifak kurarsa, iktidar karşısında dengeyi değiştirebilir.

Bugün itibarıyla tablo şunu gösteriyor: DEM Parti, Türkiye içindeki Müslüman Kürt seçmenin hassasiyetlerini gözeterek Filistin yanlısı bir söylem benimsiyor. Rojava’dakiSDG/PYD ise ABD ile ortaklığını sürdürüyor, ama İsrail’le doğrudan kurumsal bir iş birliği içinde olduğunu gösteren bir veri yok. DEM–AKP arasında “Rojava karşılığı destek” iddiası şu an için kanıtsız bir spekülasyon. CHP’nin 2028 seçimlerindeki şansı hem ekonomik gidişata hem de Suriye dosyasında iktidarın yaratacağı güvenlik atmosferine bağlı olarak şekillenecek. Kısacası, önümüzdeki yıllar Türkiye siyasetinde Ortadoğu dosyasının iç politikaya nasıl yansıyacağı açısından belirleyici olacak. Buradaki asıl soru şu: Türkiye toplumu, dış politikadaki güvenlik kartıyla içerideki demokrasi ve ekonomi taleplerinden hangisine daha fazla öncelik verecek?