21. yüzyılın ilk çeyreği geride kalırken, dünya haritası giderek kronikleşen ve kalıcı hale gelen savaş, çatışma, etnik temizlik ve insanlık dışı uygulamalarla şekillendirilmeye çalışılıyor. Şiddet artık "olağanüstü bir hal" değil; küresel düzenin kalıcı bir bileşeni, hatta çoğu coğrafyada toplumsal düzenin asli bir unsuru haline gelmiş görünüyor. Ukrayna steplerinden Gazze sokaklarına, Etiyopya dağlarından Suriye çöllerine kadar uzanan bir coğrafyada şiddet, toplumsal yaşamı dizayn eden bir sabite dönüştü. Bu durum, şiddetin çocukların eğitimden mahrum kalmasında, hastanelerin işlemez hale gelmesinde,mültecilerin kimliksizleşmesinde de kendini göstererek ve sürekli yeniden üretilerek endemik bir karaktere bürünmesine neden oldu.
Endemik şiddet, genellikle belirli bir toplumda, coğrafyada ya da kültürel yapıda sürekli, yapısal ve "normalleşmiş" halde var olan şiddet biçimlerini tanımlamak için kullanılan bir kavramdır. Tıpkı "endemik hastalıklar" gibi, bu şiddet türü de geçici ya da olağanüstü değil, o toplumun gündelik yaşamının ve sosyal düzeninin bir parçası haline gelmiştir. Endemik, aslen biyolojik bir terimdir. Belirli bir bölgede sürekli görülen, oraya özgü olan demektir (örneğin sıtma bazı tropikal bölgelerde endemiktir). Endemik şiddet ise, sosyoloji ve antropolojide kullanıldığında, şiddetin süreklilik kazandığı, sıradanlaştığı, toplumsal dokunun içine gömüldüğü anlamına gelir. Kadına yönelik şiddetin toplumda yaygın olması ve neredeyse "olağan" kabul edilmesi, örneğin bazı bölgelerde "namus cinayetlerinin" meşrulaştırılması; endemik şiddetin bir göstergesidir. Polis şiddetinin belirli etnik ya da sınıfsal gruplara karşı sürekli uygulanması, sistematik hale gelmesi, bu kapsama girer. Yoksulluk içinde büyüyen çocukların evde ya da okulda sürekli şiddete maruz kalması ve bunun nesiller boyu sürmesi de bu tanıma uyar.
Endemik şiddet, özellikle yapısal şiddet, kültürel şiddet ve doğrudan şiddet arasında bağlantı kuran çalışmalarda yer bulur. Johan Galtung’un "şiddet üçgeni" teorisi ile de ilişkilidir. Johan Galtung, barış ve çatışma çalışmaları alanının kurucularından biri olarak kabul edilen Norveçli bir sosyolog, matematikçi ve barış araştırmacısıydı. Galtung, özellikle yapısal şiddet, kültürel şiddet ve barışın pozitif/negatif ayrımı gibi kavramları literatüre kazandırmasıyla tanınır. Galtung’un çalışmaları özellikle savaşın, sömürünün, ırkçılığın ve eşitsizliğin barışla çelişen yapılar olduğu düşüncesine dayanır. Galtung’un 1969 yılında geliştirdiği “Şiddet Üçgeni Modeli”, şiddetin sadece fiziksel bir eylem olmadığını, farklı biçimlerde de ortaya çıktığını savunur. Şiddeti üç temel boyutta açıklar:
1. Doğrudan şiddet; gözle görülebilir, fiziksel ya da psikolojik saldırılardır. Örneğin: Savaş, cinayet, işkence, fiziksel ya da cinsel saldırı. Bu şiddet türü en görünür olandır. 2. Yapısal Şiddet; toplumun sosyal, ekonomik ya da politik yapıları nedeniyle insanların temel ihtiyaçlarına ulaşamaması durumudur. Örneğin: Açlık (yiyecek üretilmesine rağmen), eğitim ve sağlık hizmetlerine erişememe, ırk, sınıf, cinsiyet gibi nedenlerle sistematik dışlanma. Bu şiddet türü görünmez olabilir ama etkisi çok büyüktür. 3. Kültürel Şiddet; yapısal ve doğrudan şiddeti meşrulaştıran kültürel inançlar, değerler ve sembollerdir. Örneğin: "Kadının yeri evidir" gibi kalıplar, "erkek adam döver" anlayışı, dinî ya da milliyetçi ideolojilerin ayrımcılığı haklılaştırması. Kültürel şiddet, diğer şiddet türlerinin meşru gösterilmesini sağlar.
Bu modelde doğrudan şiddet, görünür uçtur; ancak onun altında, daha derinlerde yapısal ve kültürel şiddet yatar. Galtung’a göre bir toplumda kalıcı barış isteniyorsa, sadece fiziksel çatışmalar değil, şiddetin bu üç boyutunun tamamı ortadan kaldırılmalıdır.
Şimdi yukarıda özetlediğim perspektiften, endemik şiddetin dünyayı nasıl sarıp sarmaladığına dair bazı örnekleri biraz daha derinlemesine inceleyelim:
Ukrayna–Rusya savaşı
2022’de başlayan bu savaş, yalnızca iki ülke arasında yaşanan bir toprak mücadelesi değildir. Aynı zamanda NATO-Rusya hattındaki derinleşen gerilimin, enerji kaynaklarının silaha dönüştürülmesinin ve sivillerin savaşın doğal kurbanları haline gelmesinin örneğidir. Savaş, Avrupa'nın göbeğinde artık bir "olağan hâl" olarak algılanmaktadır. Batı dünyasının desteğiyle sürdürülen bu çatışma, "barışın istisna" olduğu bir düzenin kalıcılaştığını göstermektedir. Milyonlarca insan mülteci oldu, binlerce sivil öldü, ama dünya bu duruma alıştı. İşte endemik şiddet tam da budur; alışmak.
Afrika’daki kronik çatışmalar
Sudan’da, Sahel’de, Kongo’da ve daha birçok Afrika ülkesinde yıllardır süren çatışmalar, artık küresel medyada bile haber değeri taşımamaktadır. Ne zaman, kim kimi neden öldürüyor sorusunun cevabı bile önemini yitirmiştir. Bu coğrafyalarda şiddet, günlük yaşamın rutini gibidir. İnsanlar doğarken savaşa doğmakta, büyürken silah taşımakta, ölürken duyulmamakta. Uluslararası toplumun sessizliği, bu yapısal ve kültürel şiddetin en büyük destekçisidir. Bu da Galtung’un kültürel şiddet tanımını birebir karşılar; şiddetin meşru ve görünmez hale gelmesi.
İsrail–Gazze savaşı
Gazze bugün, sadece bombalar ile değil, gıda ambargosu, ilaçsızlık ve geleceksizlik ile de sınanmaktadır. Doğrudan şiddet kadar etkili olan yapısal şiddet, kuşatmalar ve abluka politikalarıyla uygulanmaktadır. Üstelik bu şiddet, medyada "İsrail’in meşru müdafaası" gibi sunularak kültürel olarak da meşrulaştırılmaktadır. İsrail’in Gazze’ye yönelik yıkıcı operasyonları, uluslararası hukukun askıya alınmasıyla örtülü bir biçimde onaylanmakta; bu da savaşın artık yeni normal olduğunu göstermektedir.
Hindistan–Pakistan gerilimi
Son dönemde Keşmir sınırında yeniden alevlenen çatışmalar, ulusal gurur ve dini kimlikler üzerinden körüklenen bir kültürel şiddet ortamını gözler önüne sermektedir. Hindistan’da yükselen Hindu milliyetçiliği ile Pakistan’da İslami hassasiyetlerin siyasileştirilmesi, sınır ötesi gerilimleri sürekli canlı tutmaktadır. Halklar birbirine düşman olarak yetiştirilmekte, medya ve siyasiler bu şiddet ortamını sürekli yeniden üretmektedir.
Tüm bu örnekler, dünyanın giderek sürekli bir savaş ve çatışma hâli içinde yaşadığını gösteriyor. Johan Galtung’un şiddet üçgeninde tanımladığı unsurlar, artık sadece kriz anlarında değil, gündelik hayatın rutini haline geldi. Savaşlar bitse bile, onların kalıcı izleri, yeniden üretim mekanizmaları ile yaşamaya devam ediyor.
Gelelim yazı konumuz; İsrail-İran çatışmalarına:
İsrail’in 13 Haziran’dan itibaren İran’a yönelik saldırıları, artık Ortadoğu’da sadece Filistin değil, bölgesel bir savaşın fitilinin her an ateşlenebileceğini göstermektedir. İran’a yönelik onlarca yıldır süren ambargolar, baskılar, medya kurguları hem yapısal hem kültürel şiddetle örülmüştür. İsrail’in gerekçesi nükleer tehdittir, ama bu gerekçe yıllardır sürmektedir. Yani savaş, aslında İsrail ve müttefiklerinin zihninde yıllar önce çoktan başlatılmıştı. Bu da Galtung’un kültürel şiddet tanımına tam anlamıyla uyuyor. Şimdi, bu kültürel şiddet, doğrudan şiddete dönüşmüş durumda…
İsrail’in İran’daki nükleer tesislere yönelik saldırısı ve ardından başlayan karşılıklı tehditler, Orta Doğu’da süregelen bir gerilimin yeniden alevlenmesinden ibaret değildir. Bu olay, çok daha derin bir şiddet döngüsünün dışa vurumudur: Bölge halklarının onlarca yıldır içinde debelendiği, ideolojik, ekonomik ve militarist güçler tarafından sürekli beslenen bir endemik şiddet düzeninin yeni bir sahnesidir.İran’daki otoriter teokrasiden kurtulmak isteyen bazı kesimler, İsrail’in saldırgan politikalarını “özgürleştirici” bir hamle olarak desteklemektedir. Ancak bu destek, çoğu zaman farkında olmadan savaş üreticilerinin kurduğu tuzağa düşmekle eşdeğerdir.
Rejim karşıtlığı üzerinden savaş meşrulaştırılamaz
İran’daki baskıcı yönetimden, kadın hakları ihlallerinden, dini vesayetten kurtulmak elbette meşrudur. Ancak bu meşru hedefin arkasına saklanarak, bir dış saldırıyı “kurtuluş” olarak görmek, aslında bazı yanılgıların içine düşmektir: İsrail’in İran’a saldırısı, yalnızca rejimi hedef almaz; sivil halkı, altyapıyı, ekonomiyi, toplumsal direnci de yerle bir eder. Rejim gitse bile yerine ne geleceği, halkın yaşamının nasıl etkileneceği belirsizdir. Irak’ta Saddam gitti ama halk hâlâ savaş artığı bir yıkım içinde yaşıyor. İran halkı, rejimin baskısını yaşarken aynı zamanda uluslararası yaptırımlar, ambargolar ve izolasyonla da ezilmektedir. İsrail’in saldırısını desteklemek, bu halkı ikinci kez cezalandırmak anlamına gelir. Böylece kurbanlar yeniden mağdur edilir. İsrail’in İran’a saldırısı, bölgesel güçlerin (ABD, Suudi Arabistan, Rusya, Çin) nüfuz mücadelelerinin bir parçasıdır. Bu savaşlar, halkların değil, finans kapitalistlerinin ve silah şirketlerinin çıkarlarına hizmet eder. Bu döngüye verilen her destek ise, endemik şiddeti daha da kalıcı kılar.
İsrail–İran çatışması, salt iki devletin çatışması değildir. Bu, küresel ölçekte ideolojik düşmanlıkların, ekonomik hesapların, güvenlik komplekslerinin ve kültürel ötekileştirmenin birlikte işlediği bir şiddet sistemidir. Doğrudan şiddet: Füze saldırıları, hava bombardımanları, sabotajlar. Yapısal şiddet: Halkın ambargolarla, enflasyonla, sansürle boğulması. Kültürel şiddet: İranlıların “tehlikeli Müslüman”, İsraillilerin “emperyalist Yahudi” gibi kodlarla nefretin öznesi haline gelmesi.
Bu unsurlar iç içe geçerek hem İran'da hem İsrail'de hem de bölge genelinde şiddeti besleyen, yeniden üreten, sıradanlaştıran bir düzen inşa eder. İşte bu, tam anlamıyla endemik şiddet sistemidir. Bu bağlamda; İsrail–İran çatışmasını bir “özgürleştirme operasyonu” olarak görmek, aslında şiddeti kurtarıcı bir güç gibi kurgulayan ideolojik tuzağın parçası olmaktır.
Dünya haritasına bakıldığında, İran ile İsrail arasında yükselen gerilim; tıpkı Ukrayna ile Rusya arasında süregelen savaş; Gazze’de kesintisiz süren yıkım; Suriye, Yemen, Etiyopya, Sudan gibi coğrafyalardaki dinmeyen çatışmalarda olduğu gibi, aslında aynı sistemin farklı cepheleridir. Bir sistem düşünün ki, çatışmadan besleniyor, ölümden kazanç sağlıyor, korkuyla hükmediyor. Bu sistemin adı ne "İslam", ne "Siyonizm", ne de "milliyetçilik"... Bu sistemin adı: Finans kapitalizm.
Finans kapitalizmi; üretimden çok spekülasyonla, emekten çok faizle, gerçek değer yerine türev kurgularla işleyen bir düzendir. Bu sistemin merkezi, bankalar, yatırım fonları, sigorta devleri, silah sanayisi, enerji tekelleri gibi kurumlarla örülüdür. Bugünün savaşlarında artık "fetih" yoktur; borsa endeksleri, petrol varil fiyatları, savunma hisseleri, kripto paralar, döviz oynaklıkları vardır. Modern savaşlar, emperyalist işgallerden çok, küresel finansın sermaye akışlarını yönlendirme aracı haline gelmiştir.
İsrail’in İran’a saldırısı yalnızca bir "nükleer tehdit" ya da "dini rejim" meselesi değildir. Bu savaş atmosferi başladığında neler oldu? Petrol fiyatları fırladı. Kazanan: petrol kartelleri ve emtia spekülatörleri. Savunma sanayii hisseleri yükseldi. Lockheed Martin, ElbitSystems, NorthropGrumman gibi şirketler milyarlar kazandı. Sigorta primleri yükseldi. Körfez'deki ticaret rotalarının riski arttı, deniz taşımacılığı sigortaları patladı. Altın ve dolar değer kazandı. Güvensizlik ortamı, sermayeyi "güvenli limanlara" çekti. Merkez bankaları rezerv artırdı.Yani savaşın her bombasından sonra biri öldü, biri zenginleşti. Bu tabloyu görebilmek için ne ekonomist ne stratejist olmak gerekiyor. Yeter ki gözlerimizi propagandadan, kulaklarımızı savaş çığırtkanlarından arındıralım.
Savaş ve sanayi: Ekonominin dinamosu ölüm!
Savaş, kapitalist sistemde sadece bir dış politika aracı değil; bir ekonomik sektör haline gelmiştir. Bu sektörde: Mühimmat tüketilir, yeniden üretilir, sipariş edilir, stoklanır ve yeniden tüketilir. Harap olan şehirler, yeniden inşa edilmek üzere uluslararası ihalelere açılır. Göç eden insanlar emek gücü olarak başka ülkelerde ucuz işçi haline getirilir. Kriz, IMF ve Dünya Bankası gibi yapılarla borçlandırma mekanizmasına dönüştürülür. Yani savaş, sadece yıkmaz; yaparak yıkar, yıkarak yapar. Bu döngünün merkezindeyse, tüm bu çarkların finansmanını yöneten elit sınıf yer alır: Küresel finans kapitalistleri.
İdeolojiler maskedir, kâr gerçektir
Her savaşta bir gerekçe vardır: Demokrasi getireceğiz. Nükleer tehdidi önleyeceğiz. Toprak bütünlüğümüz tehdit altında. İnancımız saldırı altında. Ama tüm bu gerekçelerin ardında kimin zenginleştiğine, kimin yoksullaştığına, kimin öldüğüne, kimin servetini ikiye katladığına bakmak yeterlidir.İran’daki teokratik rejim ne kadar baskıcıysa, İsrail’deki sağcı militarist söylem o kadar saldırgandır. Ama ne İran halkı savaşı ister ne İsrail halkı sürekli bir ölüm döngüsünde yaşamayı arzular. Onlar sadece finans savaşının cephe piyadeleridir. Gerçek savaş ise ekranların arkasında, algoritmaların içinde, yatırımcı bültenlerinde yaşanır.
Peki, ne yapmalı?
Bugün dünyada bir bomba patlıyorsa, orada sadece nefret değil; hisse senetleri, spekülatif kazançlar, küresel borçlanmalar ve servet transferleri de vardır. Ve bu savaşlardan en az zarar görenler, çoğu zaman savaşın gerekçesini yaratanlardır. Bu nedenle, barış sadece ahlaki bir talep değil, aynı zamanda ekonomik bir direniştir. Savaşa karşı çıkmak, yalnızca vicdani değil, kapitalist kâra karşı bir başkaldırıdır.
Bu başkaldırı için; silah devlerine yatırım yapan fonlardan çekilin. Bireysel emeklilik fonları ya da üniversite yatırım portföyleri dahi bu şirketlere yatırım yapıyor olabilir. Paranızı barıştan yana konumlandırın. Medya okuryazarlığını güçlendirin. Savaş çığırtkanlığını "haber" diye sunan medya ile barış gazeteciliği arasındaki farkı görün. Küresel sivil dayanışmaları destekleyin. Halklar arasında doğrudan bağlar kuran, sınırları aşan kardeşlik ağları, finans kapitalin en büyük korkusudur.
Ayrıca; BM ve uluslararası örgütler, devletlerin “meşru müdafaa” adı altında başlattığı saldırıları sorgulamadan onaylamaktadır. Bu dil değişmeli, halkların barış hakkı, devletlerin çıkarlarının önüne geçirilmelidir; ana akım medya, savaş görüntülerini reyting uğruna sunarken, barışı sıkıcı bir başlık gibi görür. Oysa medya, çatışmayı körükleyen değil; anlamlandıran, arabuluculuk yapan, empati kurduran bir araç olarak yeniden yapılandırılmalıdır; İran gibi ülkelerde halkı cezalandıran ambargolar yerine, sivil toplumlar arası diyaloglar, kültürel etkileşimler ve dijital dayanışma ağları teşvik edilmelidir; savaşları sürekli kılan temel aktörlerden biri küresel silah endüstrisidir. Bu sektörün şeffaflaşması ve teşhir edilmesi şiddet üretimini azaltacaktır; şiddet, sadece sahada değil, okullarda, müfredatlarda, hikâyelerde yeniden üretilir. Karşıt milliyetçilikler, tarih kitaplarındaki düşmanlaştırıcı anlatılar kaldırılmalı, barış, adalet, empati ve eşitlik temelli yeni bir eğitim paradigması geliştirilmelidir.
Son cümle; İran–İsrail savaşı bir sermaye transferi operasyonudur. Tıpkı diğer tüm savaşlar gibi. Eğer barışı savunuyorsak, sadece "silahlar sussun" demekle yetinmeyelim. Silah üreten ekonomiyi, savaş kârı üreten finans sistemini, ölümden hayat devşiren düzeni sorgulayalım. Çünkü savaşlar halklar için cehennem, kapitalistler için cennettir. Endemik şiddeti ortadan kaldırmak için ise önce onun zihnimizde ve dilimizdeki meşrulaştırıcı köklerini söküp atmamız gerektiğini unutmayalım.