İnsan haklarını konuşmak için insanın değeri üzerine düşünecek ve söz söyleyecek yetkinlikte olmak gerekiyor.
İnsan hakları ve demokrasi, “muktedirim ama yapmam” diyebilen nitelikli insanların baskın olduğu toplumlarda hayat bulabiliyor.
Kuralların ve yasaların sadece onları tanıyanlar için var olduğu koşullarda, insan hakları ve demokrasinin işlevi, kamu kaynaklarına siyaset üzerinden çökenleri korumakla sınırlanıyor.
Toplumda değerler sistemi çökerken sıradan insan da suç makinasına dönüşüyor. Çünkü toplumsallığın sürdürülebilirliğinin kural ve yasa tanımayla güçlü bağını, suç işlemeye teşne insan idrak edemiyor. Ve karakter teşekkülü sorunlu insan, kamusal alanda kontrol zayıflayınca derhal suç işlemeye başlıyor, bu zafiyetten çıkar sağlıyor.
Bu koşullarda, değerler sistemi çöktüğünde ortaya çıkan suç cehenneminde, insan hakları ve demokrasi, kötünün sığınağı oluyor.
Yanı sıra, Türkiye’yi teslim almak isteyenlere insan hakları ve demokrasinin sunduğu bir başka imkân, kimlik siyaseti üzerinden toplumu ayrıştırıcı husumet yaratmak.
Demokrasilerde seçme ve seçilme hakkı, etnisite ve din gruplarının ülke nüfusunda sağladığı sayısal üstünlüğün altında kalıyor. Yönetim biçimi, söz konusu grupların hegemonyasında şekilleniyor. Bu durum, ayrışmayı kışkırtıyor. Zıtlıklar, tolerans fikrini ortadan kaldırıyor. Ve çatışmanın uzlaşma koşullarını tükettiği koşullarda, insan kendini güvende hissettiği sınırlara çekiliyor.
Bugün, Türkiye’nin içinden geçtiği süreç, herkesin kendini güvende hissettiği sınırlara çekilme arzusunu güçlendiriyor.
Hal böyle iken, demokrasi ve insan haklarını çıkış olarak işaret edenlerin samimiyetsizliği insanda sabır bırakmıyor. Ancak, dilinin ucuna kadar gelenleri söylemek de başına açacağı işlere değer mi, orası meçhul.
Sonuç olarak; Barınma ve beslenme gibi en temel haklarından yoksun insana demokrasi ve insan haklarından söz etmek için, demokrasiyle yönetilmeyi ve insan haklarını, “insanın değeri bağlamında” yeniden tanımlamak gerekiyor.