Bugün dünyada uzun süredir rastlanmayan bir olay meydana geldi. Angela Rayner, The Telegraph’ın vergi işlerini ortaya çıkaran soruşturmasının ardından başbakan yardımcılığı ve konut bakanlığı görevlerinden istifa etti. Rayner ayrıca İşçi Partisi’ndeki başkan yardımcılığı görevini de bıraktı. Rayner, The Telegraph’ın, sahil kenarındaki evini satın alırken 40.000 sterlinlik vergi borcunu ödemediğini açıklamasının ardından birkaç gün içinde istifa etti.

İlk başta hukuk danışmanını suçlayan kadın politikacı, daha sonra parlamento etik gözlemcisine başvurmuştu. Ancak dün gece The Telegraph, Rayner’ın avukatlarının “günah keçisi” ilan edildikleri ve kendisine vergi danışmanlığı yapılmadığı yönündeki iddialarını ortaya çıkardı.

Gazetecilik tarihi boyunca kamu yararı, şeffaflık ve hesap verebilirlik, mesleğin temel ilkeleri olarak kabul edildi. Watergate Skandalı’ndan Panama Belgeleri’ne kadar birçok örnek, basının iktidarı denetleyen “dördüncü kuvvet” olarak işlev gördüğünü kanıtladı. Ancak günümüzde medya ile siyaset arasındaki ilişkiler, etik sınırların bulanıklaştığı yeni bir evreye girmiş durumda. İngiltere Başbakan Yardımcısı Angela Rayner’in vergi ödemelerindeki usulsüzlük nedeniyle görevinden istifası, bu tartışmanın güncel ve çarpıcı bir örneği oldu.

The Telegraph’ın Rayner’in damga vergisini eksik ödemesini gündeme taşıması, gazeteciliğin klasik tanımı açısından doğruydu: kamu yararına bilgi ifşa edildi. Ne var ki, olayın işleniş biçimi ve sağ basının olayı bir “zafer” gibi kutlaması, etik tartışmayı beraberinde getirdi. Gazeteciliğin amacı bir siyasetçinin kişisel itibarını yok etmek midir, yoksa kamu kaynaklarının doğru kullanılıp kullanılmadığını sorgulamak mıdır? Bu sorunun yanıtı, haberin sunuluşunda gizlidir.

Tarih boyunca gazeteciler ve politikacılar arasındaki ilişki çoğu zaman gerilimli oldu. İletişim Sosyolojisi master eğitimi yaparken bir ödevimiz de “Murrow Olayı” olmuştu. Edward R. Murrow’un McCarthy dönemindeki cesur çıkışı çok değerlidir. Murrow, bu olay nedeniyşe Amerikan basın tarihinin en önemli gazetecilerinden biri olarak bilinir. Onun “cesur çıkışı” denildiğinde akla gelen olay, 1954’te Senatör Joseph McCarthy’nin komünist avı politikalarını hedef aldığı televizyon programıdır. Murrow, CBS’te hazırladığı See It Now adlı programında McCarthy’nin yöntemlerini ve söylemlerini belgelerle ele aldı. Programda McCarthy’nin insanları delil olmadan “komünist” diye damgalaması, özgürlükleri kısıtlaması ve korku iklimi yaratması açıkça eleştirildi. 9 Mart 1954’te yayımlanan bu bölüm, Amerikan televizyon tarihinde bir dönüm noktası oldu. Murrow şu anlamlı cümleleri söyledi: “Korku üzerine kurulmuş bir ulus yaşayamaz. Biz özgürlüklerimizi, korkunun efendilerine teslim etmemeliyiz.”

Bu yayın büyük yankı uyandırdı ve McCarthy’nin kamuoyu desteğini kaybetmesinde önemli bir rol oynadı. Murrow, gazeteciliğin en temel görevi olan “iktidarı sorgulama” işlevini yerine getirmiş, üstelik bunu Amerika’da televizyon haberciliğinin henüz yeni olduğu bir dönemde gerçekleştirmişti. Bu yüzden Murrow’un o çıkışı, basının iktidarı denetleme gücünün en sembolik örneklerinden biri olarak hâlâ anlatılır.

Watergate Skandalı da Washington Post muhabirlerinin ısrarı, gazetecilerin siyasetçileri zorladığı ve hesap sormayı başardığı örneklerdir. Ancak son yıllarda medya ile siyaset arasındaki yakınlaşmanın tarafsızlığı zedelediği çok sayıda vaka da özellikle İngiltere’de yaşandı.

Bugün Rayner örneğinde gördüğümüz şey, basının sadece bilgi aktarmakla kalmadığı, aynı zamanda siyasi sonuç doğuran bir “hakem” rolüne soyunduğudur.

Medya etiği bağlamında üç temel ilke öne çıkar her zaman. “Doğruluk” Haber, belge ve kanıtlarla desteklenmeli, spekülasyona dayanmamalıdır. “Tarafsızlık” Gazeteci, politik çıkarların parçası olmamalıdır. “Orantılılık” Bir haberin kamuya duyuruluş biçimi, konunun ağırlığıyla orantılı olmalıdır.

Rayner’in olayında vergi ödemesi konusunun araştırılması etik açıdan meşruydu. Ancak haberin siyasi zafer edasıyla sunulması, tarafsızlık ilkesini zedeledi.

Bugün sosyal medya, dijital haber ağları ve giderek gücünü daha da kaybeden konvansiyonel basın düzeni, etik sınırların her zamankinden daha kolay ihlal edilmesine yol açıyor. Kamuoyu, gerçek ile manipülasyon arasındaki farkı ayırt etmekte zorlanıyor. Bu ortamda gazetecinin sorumluluğu iki kat artıyor: hem iktidarı denetlemek hem de kendi bağımsızlığını korumak. Aksi halde, toplumun medyaya duyduğu güven giderek azalıyor.

Angela Rayner’in istifası, İngiltere siyasetini sarstığı kadar, basının etik sorumluluklarını da yeniden gündeme taşıdı. Gazeteciliğin gücü, bir politikacıyı istifaya zorlayacak ölçüde etkili olabilir. Ama asıl mesele, bu gücün nasıl kullanıldığıdır.

Kamu yararı adına yapılan haber ile siyasi hesaplaşmanın aracı haline gelen haber arasındaki farkı ayırt edebildiğimiz sürece, medya demokrasinin vazgeçilmez koruyucusu olmaya devam eder.

Aksi halde, güven kaybı sadece siyaseti değil, medyanın kendisini de derinden sarsacaktır.