Devlet, klasik anlamda; belirli bir toprak parçası üzerinde yaşayan halkın, egemen bir iktidar aracılığıyla organize edildiği siyasal bir yapıdır. Alman düşünür Max Weber, devleti “belirli bir toprak parçası üzerinde fiziksel güç kullanımında meşru tekeli elinde bulunduran insan topluluğu” olarak tanımlar. Bu tanım, devletin merkezîleşmiş bir güç aygıtı olduğunu açıkça ortaya koyar.
Devletin tarihsel meşruiyeti; toplumları kaostan, şiddetten, iç savaştan ve dış tehditlerden koruma vaadine dayanır. Thomas Hobbes’un Leviathan metaforunda olduğu gibi, devlet; bireylerin doğa hâlindeki çatışma ortamından kurtulmak için kendi özgürlüklerinden feragat ederek oluşturdukları “dev bir canavardır”. Oysa bu dev canavar zamanla, korumaktan çok denetleyen, mutlu etmekten çok itaate zorlayan bir aygıta dönüşmüştür.
Leviathan, Tevrat’ta ve bazı kutsal kitaplarda geçen dev bir deniz canavarıdır. Kaosu, yıkıcı gücü ve kontrol edilemezliği temsil eder. Hristiyanlıkta ise zamanla şeytanî bir varlıkla özdeşleştirilmiştir. Thomas Hobbes bu kavramı mecazi anlamda kullanır. Ona göre, Leviathan eşittir devlettir. İnsanlar doğal hâllerinde açgözlü, korkak ve saldırgandır. Eğer herkes kendi çıkarı için yaşarsa, “herkes herkese karşı savaşır”. Bu yüzden insanlar, kendi aralarında bir “toplum sözleşmesi” yaparak, tüm yetkilerini bir egemene, yani Leviathan'a (devlete) devrederler. Bu Leviathan, tüm bireylerin üstünde bir güçtür. Görevi düzeni sağlamak, ama aynı zamanda korkuyla itaat ettirmektir.
Leviathan, Hobbes’un düşüncesinde modern devletin ilk teorik temsillerinden biridir. Ona göre güçlü, mutlak bir devlet olmadan toplum kaosa sürüklenir. Ancak bugün birçok düşünür, Hobbes’un Leviathan’ını otoriterliğe giden bir yol olarak da eleştirir.
Bugün dünyanın neresine bakarsak bakalım, merkezî devletlerin vatandaşlarını mutlu edebildiği bir örnek bulmak zordur. Savaşlar, gelir eşitsizliği, çevresel yıkım, mülteci krizleri, yolsuzluklar ve yabancılaşma… Tüm bu sorunlar, devletin asli görevlerinden uzaklaştığını göstermektedir. Sosyal devletin çöküşüyle birlikte, devlet giderek güvenlikçi ve baskıcı bir karaktere bürünmüştür.Üstelik yalnızca otoriter devletler değil; temsilî demokrasilerle yönetilen merkezî sistemler de benzer bir çöküş yaşamaktadır. Katılımın yerini temsile, söz hakkının yerini bürokratik işlem zincirlerine bırakmasıyla yurttaşlar, kendi kaderlerini tayin etmekten giderek uzaklaşmıştır.
Günümüz devletlerinden örnekler vererek inceleyelim.
Fransa: Temsili demokrasi ve sokak protestoları
Fransa, Batı demokrasilerinin sembollerinden biri olmasına rağmen son yıllarda halk devlete karşı ciddi bir güvensizlik sergilemektedir. “Sarı Yelekliler Hareketi” (GiletsJaunes), 2018’de yakıt vergisine tepkiyle başlayan ama kısa sürede gelir eşitsizliği, demokrasi yoksunluğu ve elit yönetimi eleştiren çok daha geniş bir isyana dönüşmüştür.
Fransa’da yapılan anketlerde halkın %70’inden fazlası siyasal sistemin “kendi ihtiyaçlarına cevap vermediğini” belirtmiştir. (Kaynak: Fransız Kamuoyu Araştırma Enstitüsü, 2019.)
Sarı Yelekliler hareketi boyunca 11 ölü, 4.000’in üzerinde yaralı, binlerce gözaltı yaşanmıştır. (Kaynak: Le Monde, 2020.)
Bu, temsilî demokrasinin halkın beklentilerine karşılık veremediğini, özellikle merkezi devlet yapısının toplumsal taleplere karşın, duyarsızlaştığını ortaya koymaktadır.
Hindistan: Merkezîleşme, azınlık baskısı ve köylü ayaklanmaları
Hindistan’da Başbakan NarendraModi’nin uyguladığı merkezîleşme politikaları, özellikle Müslüman azınlık üzerinde baskıcı bir atmosfer yaratmıştır. Öte yandan, çiftçilerin yıllarca süren protestoları, devletin büyük tarım şirketlerine hizmet ettiğini düşünen köylülerin merkeze karşı direnişini göstermektedir.
2020-2021 yıllarında yaklaşık 250 milyon kişi, çiftçi yasalarına karşı greve katıldı. Bu, insanlık tarihinin en büyük grevlerinden biri olarak kayda geçti. (Kaynak: BBC, “IndiaFarmers’ Protest”, 2021.)
İnsan hakları örgütleri, Hindistan devletinin azınlıklara yönelik tutumunu “otoriterleşme” olarak tanımlamaktadır. (Kaynak: Human Rights Watch, 2022 Raporu.)
Hindistan’da devletin yalnızca sermaye gruplarını destekleyen merkezi politikaları, halkın devlete olan bağlılığını zayıflatmakta, doğrudan demokratik örgütlenme taleplerini artırmaktadır.
ABD: Sosyal devletin çöküşü, ırkçılık ve devlet şiddeti
ABD, neoliberal politikalarla birlikte sosyal devletin neredeyse tamamen tasfiye edildiği bir örnektir. Polis şiddeti, gelir uçurumu, sağlık hizmetlerinin yetersizliği ve ırksal adaletsizlikler büyük toplumsal gerilimler yaratmaktadır. “Black LivesMatter” (Siyah yaşam önemlidir) hareketi bu krizlerin ifadesidir.
ABD'de 2020 yılında, siyahi George Floyd’un öldürülmesinden sonra başlayan protestolar 1000’den fazla şehirde gerçekleşti. (Kaynak: New York Times, 2020.)
ABD halkının %60’ı “devletin yalnızca zenginler ve şirketler için çalıştığını” düşünüyor. (Kaynak: PewResearch Center, 2021.)
ABD gibi güçlü bir devletin, vatandaşlarını koruyamaması ve temel haklara ulaşımı sağlayamaması, devletin işlev krizinin çarpıcı örneklerinden biridir.
Türkiye: Bürokratik tahakküm, temsilde adaletsizlik ve toplumsal yorgunluk
Türkiye’de güçlü bir merkezîleşme eğilimi, yerel yönetimlerin işlevsizleştirilmesi, ifade özgürlüğü üzerindeki baskılar ve yargının siyasallaşması gibi nedenlerle halkın devlete olan güveni büyük oranda sarsılmıştır.
Türkiye, 2024 yılı itibariyle Freedom House tarafından “özgür olmayan ülkeler” kategorisinde değerlendirilmiştir. (Freedom House, “Freedom in the World Report”, 2024.)
KONDA 2023 araştırmasına göre, “devletin halk için çalıştığını düşünenlerin oranı” yalnızca %29’dur. (Kaynak: KONDA Barometresi.)
Türkiye örneğinde devlet, merkezi gücü tahkim ettikçe halkla olan organik bağını yitirmekte; bu da siyasal katılımın düşmesine, toplumsal apatiye ve genç kuşaklarda “geleceksizlik” duygusuna neden olmaktadır.
Çin: Mutluluk yerine kontrol devleti
Çin’de, kalkınma ve büyüme rakamlarına rağmen, bireylerin ifade özgürlüğü, mahremiyeti ve siyasi katılımı yok denecek düzeydedir. “Sosyal kredi sistemi” gibi uygulamalar, halkın davranışlarını merkezi olarak izlemeyi amaçlayan totaliter bir kontrol ağına dönüşmüştür.
Çin’de 1 milyondan fazla Uygur Türkü’nün kamplarda tutulduğu, toplama kampı benzeri sistemler yürütüldüğü belgelenmiştir. (Kaynak: Amnesty International, Çin Raporu 2022.)
Dünya Mutluluk Raporu’nda Çin, 2023 yılında 64. sıradadır; ekonomik büyümeye rağmen halkın yaşam doyumu düşüktür. (Kaynak: UN World Happiness Report, 2023.)
Çin’in merkezî planlama sistemine dayalı devleti, mutluluğun değil, kontrolün garantisi hâline gelmiştir.
Bu örnekler, farklı rejim türlerinden gelen (demokrasi, otoriterlik, liberalizm, sosyalizm) devletlerin her birinin kendi halkına mutluluk, huzur ve adalet sağlayamadığını göstermektedir. Çünkü devlet, her türden verili siyasi düzende, kendi ideolojik yapısından bağımsız olarak bir merkezîleşme krizine girmiştir. Bu kriz; temsil krizidir (halk söz sahibi değildir); eşitlik krizidir (zenginleşme az sayıda elde toplanmıştır); anlam krizidir (devletin varlık nedeni sorgulanmaktadır). Âdem-i merkeziyetçilik, bu krize hem teorik hem pratik düzeyde bir yanıt önerisi sunmaktadır.
Alternatif bir örgütlenme modeli olarak âdem-i merkeziyetçilik
Bu tarihsel arka plan ve çağdaş krizler ışığında, merkeziyetçi devlet yapısının alternatifi olarak âdem-i merkeziyetçi yönetim biçimleri ön plana çıkmaktadır. Bu yapılar; halkın kendi yerel birimlerinde doğrudan karar alma süreçlerine katıldığı, üstten aşağıya değil alttan yukarıya örgütlenen, yatay ilişkiler üzerine kurulu siyasal yapılardır.
Anarşist antropolog David Graeber, devletin ortaya çıkışını ve tahakküm ilişkilerini incelediği Borç: İlk 5000 Yıl adlı eserinde, devletin her zaman baskı ve borçlandırma mekanizmalarıyla çalıştığını; oysa toplumların tarih boyunca devletsiz, ama düzenli bir şekilde yaşayabildiklerini vurgular.
Benzer şekilde, sosyal ekolojist MurrayBookchin, doğrudan demokrasiyi esas alan, ekolojik ve yerel meclislere dayalı “konfederal topluluklar” modelini savunmuştur. Ona göre, bugünün krizleri, ancak küçük ölçekli, kendi kendini yöneten ve birbirine yatay ilişkilerle bağlı topluluklarla çözülebilir.
Âdem-i merkeziyetçi bir dünyada binlerce küçük toplum; doğrudan demokrasiyle yönetilecek, komşularıyla iş birliği yapmak zorunda kalacak ve büyük güç blokları oluşmayacaktır. Küçük çaplı çatışmalar yaşansa bile, bu çatışmalar bir dünya savaşı boyutuna ulaşamayacaktır. Çünkü artık tek merkezden alınan bir karar, milyonları savaşa sürükleyemeyecektir.
Bu tür bir modelde bürokratik elitler değil, halk söz sahibi olur. İmar planları, eğitim politikaları, gıda üretimi, enerji kullanımı gibi kararlar merkezi teknokratlarca değil; doğrudan o topluluğun içinde yaşayan insanlarca alınır. İsveçli ekonomist ElinorOstrom’un ortak kaynakların yönetimine dair çalışmaları, merkeziyetçi denetim olmadan da toplumların kendi kaynaklarını etkin ve sürdürülebilir biçimde yönetebileceğini ortaya koymuştur. Toplulukların yerel düzeyde karar alma yetkisi, aynı zamanda yurttaşlık bilincini de artırır. Çünkü bireyler, kararların nesnesi değil, öznesi hâline gelirler.
Bu modelin karşısında elbette önemli eleştiriler bulunmaktadır. En çok dile getirilen endişeler şunlardır:
Koordinasyon sorunu: Binlerce küçük topluluğun birbirinden kopuk olması, büyük sorunlara karşı birlikte hareket etmeyi zorlaştırabilir. Bu noktada âdem-i merkeziyetçilik; kopukluk değil, yatay ağlarla örülü bir iş birliğini önerir. Zorunlu birlik değil, gönüllü konfederasyonlar söz konusudur.
Teknoloji ve altyapı eksikliği: Geniş altyapı ve teknoloji projeleri yerel topluluklarca yapılamaz denir. Oysa yerel inisiyatiflerin iş birliğiyle geliştirilen ağlar, birçok alanda devlet tekelinden daha verimli çözümler sunmuştur (örneğin, topluluk destekli tarım veya kooperatif enerji ağları).
Güvenlik açığı: Merkezi bir ordu veya polis gücü olmadan toplumlar korunamaz denir. Ancak birçok ülkede güvenlik güçleri, yurttaşların değil iktidarın çıkarını korumaktadır. Toplum temelli güvenlik modelleri, şiddeti daha da denetlenebilir kılar.
Belki de devlet aygıtının iflası bir çöküş değil, yeni bir başlangıcın işareti olabilir. Dolayısıyla, artık devletin ne olduğuna değil ne olmadığına odaklanmalıyız: Mutluluk yaratmıyor, barışı sağlamıyor, güvenlik sunmuyor. Bu durumda, insanlık için yeni bir örgütlenme modeli gereklidir. Âdem-i merkeziyetçi yapılar, bugünün krizlerine çözümler sunmakla kalmaz; aynı zamanda insan onuruna, özgürlüğüne ve sorumluluğuna dayanan bir gelecek vizyonu ortaya koyar. Çünkü artık mesele yalnızca devletin “nasıl yönetileceği” değil; onun yerine neyin konulacağıdır. Bu sorunun cevabı; neden, yerel toplulukların, yönetime doğrudan katılımı olmasın!