Her yıl olduğu gibi bu yıl da 5 Haziran “Dünya Çevre Günü” dolayısıyla 1 Haziran’da başlayan “Dünya Çevre Haftası”, belediyelerin ağaç dikme törenleri, çocuklarla çöp toplama kampanyaları ve birkaç sosyal medya paylaşımıyla geçiştirilecek. Törenlerde “sürdürülebilirlik” konuşulacak. Reklam panolarında doğaya saygılı markalar arzı endam edecek. Birkaç “çevre bilinci” eğitimi yapılacak. Ama şu sorusu cevapsız kalacak Bu düzen içinde doğa ne kadar korunabilir?”

Birleşmiş Milletler 2024 verilerine göre: Son 50 yılda dünyadaki vahşi hayvan popülasyonunun %69’u yok oldu. Yalnızca 2023’te Amazon ormanlarında 1,3 milyon hektar alan kül oldu. Türkiye'de ise 2021-2023 arasında çıkan orman yangınlarında yaklaşık 200 bin hektar ormanlık alan kaybedildi. Akdeniz’de deniz yüzeyi sıcaklığı 2024 yazında ortalamanın 4 derece üzerine çıktı. Bu, deniz yaşamı için bir ölüm emri anlamına geliyor. Ve bütün bunlar olurken, küresel karbon salımı her yıl artmaya devam ediyor.

Türkiye’de öne çıkan çevresel felaketlerden başlayalım.

Şimdiye dek, Kaz Dağları’nda yüz binlerce ağaç kesildi. Dağlar delik deşik edildi. Halk aylarca direndi, ama ormanların kalbine bir kez giren dozer, geriye sadece kökler bıraktı. Erzincan İliç’te, devasa bir maden atık havuzu çöktü; toprak altında kalan işçiler, siyanürle zehirlenen topraklar, tehdit altındaki Fırat Havzası bazı sonuçları. Marmara Denizi, 2021 yılında müsilaş ile kaplandı. Deniz boğuldu. Balıkçılar ağ atamadı. Bilim insanları “bu bir çevre felaketidir” dedi ama bu uyarılar günübirlik önlemlerle geçiştirildi. 2021 yazında, Muğla’dan Antalya’ya kadar çıkan büyük yangınlar, yalnızca ormanları değil, köyleri, hayvanları ve yüreklerimizi de yaktı. Yangınlara müdahalede yetersizlik ise toplumun belleğinde derin bir yara bıraktı. Artvin’in dağlarında, Doğu Karadeniz’in yaylalarında, Karadeniz kıyılarında doğa sürekli olarak "kalkınma" adı altında talan edildi. Sular tünellere hapsedildi, toprak parçalandı, köyler kaderine terk edildi.

Tüm bu örneklerde ortak olan nedir? Yaşam alanlarının ekonomik çıkar uğruna gözden çıkarılması. Yani “çevre”, bu sistemde hep “verilecek bir taviz”, “gerekirse feda edilecek” bir değişken olarak kaldı.

Türkiye’de çevre denilince akla gelen ilk şey ise nedense maden izinleri. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı verilerine göre: Türkiye’de 2023 itibariyle 8.000’den fazla aktif maden ruhsatı var. Bunların %60’ı orman, tarım ya da su havzası bölgelerinde. Aynı yıl 16 farklı milli park alanı daraltıldı veya statüsü değiştirildi. Bir yanda Kaz Dağları’nda siyanürle altın arayan şirketler, diğer yanda “yeşil ekonomi” başlıklı strateji belgeleri. İşte Türkiye’deki çevre politikasının samimiyeti!

Bize gelince… Günlük 200 milyon plastik poşet kullanıyoruz. Türkiye kişi başına yıllık ortalama 180 kg evsel atık üretiyor. İstanbul'da yalnızca 3 günlüğüne elektrik kesilse, çöpler 20 bin tonu geçiyor. Ama hâlâ “sıfır atık belgesi” alan AVM'leri alkışlıyoruz.

Kapitalizmin ekolojik krizi

İklim değişikliği, orman tahribatı, türlerin yok oluşu, plastik denizleri, zehirli nehirler...
Tüm bunların ortak bir nedeni var: kâr odaklı üretim ilişkileri. Kapitalizm doğayı bir “kaynak deposu” olarak görür; toprağı üretim bandı, ağacı kereste, suyu enerji, insanı da “tüketici” olarak tanımlar. Ve doğa bu sistemin gözünde sonsuzdur. Hep sömürülebilir. Hep yeniden “pazarlanabilir.”

Bugün fosil yakıtlar neden hâlâ teşvik ediliyor? Çünkü dünya ekonomisi petrol ve doğalgazdan vazgeçerse, mevcut enerji devlerinin kâr düzeni çöker. Plastik neden hâlâ hayatımızda? Çünkü plastik üretimi ucuzdur, satışı kolaydır, doğanın bedelini de kimse ödemez. O yüzden sorunumuz yalnızca “bireysel çevre bilinci” eksikliği değil. Kapitalist ekonomik modelin kendisi doğaya düşmandır. Ve bu düşmanlık yıllık kampanyalarla değil, radikal yapısal dönüşümlerle değiştirilebilir.

Çevre krizi rant politikalarının doğal bir sonucudur. Bugünkü üretim modeli şu mantıkla çalışıyor: Daha çok üret, daha çok tüket, daha çok atık yarat. Bu sistemin adı ne olursa olsun, ister “serbest piyasa”, ister “kapitalizm”, temelinde şu var: Doğa, pazarlanabilir bir kaynak deposudur. Bir ağacın gölgesi bile bu sistemde satılabilir. Ağacın kendisi ise ancak “odun”, “enerji”, “arsa” gibi metaya dönüştüğünde kıymet kazanır.

Bugün, dünyanın en zengin 100 şirketi tüm karbon emisyonlarının %71’inden sorumlu.
Shell, BP, ExxonMobil, Chevron… Kendilerine “çevreci dönüşüm” reklamları çekerken, her saniye binlerce ton karbondioksiti atmosfere salmaya devam ediyorlar.

Peki ne yapmalı?

Kapitalizme sadece “karşı olmak” yetmez. Yerine nasıl bir sistem öneriyoruz? Amerikalı sosyal teorisyen Murray Bookchin’in önerdiği gibi, doğayı sömürmeyen bir toplum için: Yerel üretim, katılımcı demokrasi, doğayla uyumlu teknolojiler, ihtiyaç odaklı üretim modelleri denenebilir. Bunun dışında, kooperatif temelli ekonomi kapsamında; endüstriyel tarım yerine topluluk destekli tarım, tohum bankaları, yerel üretici birlikleri ve takas sistemleri hayata geçirilebilir. Aynı zamanda, kamusal planlama ve ekolojik demokrasi uygulamalarıyla; suyu, toprağı, havayı şirketlere değil halka ait ortak değer olarak tanımlamak; ekolojik kriz kararlarını hükümete değil, ekoloji meclislerine bırakmak; enerji, ulaşım ve barınmayı “piyasa malı” değil, yaşamsal hak olarak tatbik etmek tercih edilebilir.

Peki, bireysel olarak ne yapabiliriz? Tüketimi sorgulamak: “İhtiyacım var mı?” sorusunu alışkanlık hâline getirmek. Az ama kaliteli, doğa dostu ürünler tercih etmek. Atıkları azaltmak: Tek kullanımlık ürünlerden uzak durmak. Kompost yapmak, cam ve metal gibi geri dönüştürülebilir ürünler kullanmak. Beslenme biçimimizi gözden geçirmek: Mevsimlik, yerel ve az işlenmiş gıdaları tercih etmek. Endüstriyel et tüketimini azaltmak; çünkü bu sektör karbon salımının büyük kaynağı. Enerji ve su tüketimini azaltmak: Güneş ışığı kullanmak, gereksiz lambaları kapatmak, tasarruflu ampuller kullanmak. Kısa duşlar almak, damlatan muslukları onarmak, yağmur suyunu değerlendirmek. Ulaşım tercihleri: Kısa mesafelerde yürümek veya bisiklet kullanmak. Toplu taşıma araçlarını tercih etmek. Bilinçli tüketici olmak: Ürünlerin arkasındaki firmaları araştırmak. Doğayı sömüren değil, koruyan üreticileri desteklemek. Ama hepsi bu değil. Çünkü bireysel tercihler, sistem değişmeden bir yere kadar etkili olabilir. Bu yüzden bir adım öteye geçmemiz gerekiyor: toplumsal dönüşüm.

Toplumsal kuruluşların rolü: “Sistem değişmeden iklim değişmez.”

Yerel yönetimler ve belediyeler: Belediyeler, çevre politikalarının sahadaki uygulayıcılarıdır. Atık yönetimi, bisiklet yolları, kent ormanları, yağmur suyu toplama sistemleri gibi projeler onların sorumluluğundadır. Ayrıca gıda üretimi konusunda belediyeler, kooperatifler kurabilir, halk pazarlarını destekleyebilir. Örnek: Seferihisar Belediyesi'nin “Yavaş Şehir” uygulaması ya da Kadıköy Belediyesi’nin kompost merkezleri.

Sivil toplum kuruluşları (STK'lar): STK'lar farkındalık yaratır, raporlar hazırlar, hukuki mücadele verir, direniş örgütler. Türkiye’de Buğday Derneği, Kazdağı Koruma, Tema Vakfı, Ekoloji Birliği gibi yapılar, halkla doğa arasında bağ kurar.

Kooperatifler ve dayanışma ağı: Gıda, üretim ve tüketim kooperatifleri hem adil fiyatlı sağlıklı gıdaya erişimi sağlar, hem de doğayı sömüren tarım modeline karşı yerel bir alternatif oluşturur.

Üniversiteler ve bilim insanları: Akademi, çevresel analizlerin yapılmasında, verilerin toplanmasında ve alternatiflerin geliştirilmesinde hayati rol oynar. Ama üniversitelerin özgür olması gerekir. Bilim doğa adına konuşabilmeli.

Kısacası, birey olarak çöpümüzü azaltabiliriz. Ama bir mahalle birlikte hareket ederse, atıksız yaşam alanı kurulabilir. Bir kişi yerel üreticiden alışveriş yapabilir, ama bir topluluk, zincir marketlerin gıda egemenliğine karşı kooperatif kurabilir. Asıl değişim, bireyin kolektif güce katılmasıyla başlar. Çevre mücadelesi sadece "ağaçları koruma" meselesi değildir. Bu mücadele, yaşamı, kimin nasıl ve kimler için şekillendirdiğiyle ilgilidir. Doğa sadece doğa değildir; ekmektir, sudur, havadır, çocuklarımızın hakkıdır. İşte bu yüzden doğayı korumak sadece çevrecilerin değil, her bireyin, her kurumun, her örgütün ahlaki ve tarihsel sorumluluğudur.

Dünya Çevre Haftası, yalnızca doğaya olan sevgimizi göstermek için değil, kapitalist sistemin doğayı yok etme biçimini sorgulamak için de vardır. Çevreyi korumak gelecek kuşaklara borcumuzdur. Doğanın bizden korunması gerektiğini fark etmeden, hiçbir “çevrecilik” samimi olamaz. Bu hafta, kendimize şu soruları sormadan geçmeyelim: “Doğa neden bizden korunmak zorunda, doğayı korumazsak nasıl hayati sonuçları olur ve bu sonuçları önlemek için neler yapmalıyız?”