Hiçbir çağ, insanın diğer insanlarla bu denli iç içe yaşadığı bir dönem olmamıştı. Küresel dijital ağlarla örülmüş bir dünyada yaşıyoruz. Saniyeler içinde binlerce kilometre ötedeki bir trajedinin görüntüsünü izleyebiliyor; geçmişin karanlık tarihini arşivlerden değil, bir ekran dokunuşuyla açılan dijital belgelerden okuyabiliyoruz. Artık görmemek için gözümüzü kapamamız, duymamak için kulaklarımızı tıkamamız gerekiyor. Ve işte tam bu yüzden, bu çağ “yüzleşme çağı” olmalıydı.

Ama değil.

Bilgiye erişimin sınırlarını ortadan kaldıran bu teknolojik devrim, bizi daha bilinçli, daha sorumlu, daha adil kılmadı. Tersine, daha duyarsız, daha dağılmış, daha ilgisiz hale geldik. Zihnimiz o kadar çok görüntüyle doldu ki, hiçbirini yeterince ciddiye alamaz olduk. Her gün Yemen'den bir çocuğun gözyaşı, Gazze’den bir annenin çığlığı, Sudan’dan bir açlık haberi düşüyor ekranımıza. Görüyoruz, evet. Ama hissediyor muyuz?
Artık ne cehalet bahanemiz var ne de “bilmiyorduk” savunmamız. 21. yüzyıl insanı, tarihte belki de ilk kez bu denli geniş bir perspektife sahip: Hem geçmişin karanlık sayfalarına hem de bugünün çıplak gerçeklerine aynı anda bakabiliyor. Arşivler açıldı, belgeler dijitalleşti, tanıklıklar yayımlandı. Yoksulluğun, eşitsizliğin, sömürünün ve savaşların nasıl üretildiğini, kimlerin bundan çıkar sağladığını ve kimin bedel ödediğini biliyoruz artık. Bilmemek mümkün değil.

Öyleyse neden yüzleşemiyoruz?

Çünkü yüzleşmek yalnızca bilmek değil; bilginin ötesinde bir vicdan gerektirir. Ayrıca, yüzleşme, konfor alanımızı tehdit eder. Alışkanlıklarımızı sorgulatır. Yüzleşmek cesaret ister. Hem bireyde hem toplumda. Bireyler gibi devletler ya da toplumlar da geçmişteki suçlarıyla yüzleşebilir, tarihle hesaplaşabilir, adaletin tarafında durabilirler. Ama tarih, hâlâ ulusal anlatıların, iktidarların ve siyasi hesapların arka bahçesi. Bugün her birey, her toplum ve her devlet, daha önce hiç olmadığı kadar çok bilgiye, tanıklığa ve belgeye sahip. Bu yüzden, bu çağ, görüp de bakmayanların, duyup da duymayanların çağı olmamalı. Bu çağ, yüzleşme çağı olmalı.

Hiçbir çağ, insanlığa kendisiyle bu denli yüzleşme imkânı sunmadı. Açık kaynak veriler, sosyal medya tanıklıkları ve küresel haber ağları sayesinde yalnızca bugünün değil, geçmişin karanlık dehlizleri de gözler önüne seriliyor. 19. yüzyılda bir köyde olan katliamdan ancak yıllar sonra haberdar olunabiliyordu; bugünse birkaç saat içinde Sudan’daki bir etnik temizlik girişimini, Gazze’deki bir bombardımanı ya da Amazonlardaki ormansızlaştırmayı tüm ayrıntısıyla öğrenebiliyoruz. Ve tüm bu bilgiyle birlikte gelen o büyük soru da büyüyor: Neden hâlâ değişmiyoruz? Neden bu kadar çok şeyi biliyor, ama bu kadar az şey yapıyoruz?

Oysa çağımızda, geçmiş yüzyılların aksine, cehalet bir mazeret değil. Tarih, sadece devletlerin yazdığı kitaplardan ibaret değil; sıradan insanların anlattığı hikâyelere, telefon kamerasına kaydedilen görüntülere, açılan arşivlere ve akademik çalışmalara da dayanıyor artık. Örneğin, Ruanda ve Gazze soykırımının, Yugoslavya’da etnik kıyımların nasıl “dünya bakarken” gerçekleştiğini biliyoruz. Üstelik bunları, birebir yaşamış tanıkların anlatılarından öğreniyoruz.

İçinde yaşadığımız zamanın bir başka çelişkisi de şu: Birey, çok fazla şeye maruz kaldığında duyarsızlaşıyor mu?

İnternette dolaşan bir görüntüyü hatırlayın: Ukrayna’dan kaçan mülteci çocukların oyuncak ayılarını tutarak sınırda beklediği o kareyi… Bir başka gün, Ege kıyılarına vuran minik bir bedenin, Aylan Kurdi’nin fotoğrafını… Gözümüzle gördük, kalbimizle sarsıldık. Ama sonra? O çocuğun ölümüne neden olan sistem aynı kaldı. O sistemin içindeki aktörler yer değiştirse de mantığı hiç değişmedi: Sınırlar kutsal, hayatlar değil.

Devletlerin ve toplumların bu yüzleşmeden kaçışı daha da çarpıcı. Örneğin Fransa, Cezayir’deki sömürge suçlarını tam anlamıyla kabul etmiş değil. Oysa gerçek yüzleşme, devletin kendi eliyle acıtmış olduğu halklara yalnızca özür dilemekle değil; o acının sistemsel kökenlerini, etkilerini ve bugünkü izdüşümlerini anlamakla ve sonuçlarından doğan olumsuzlukları düzeltmekle mümkün olur.

Birey düzeyinde de benzer bir savrulma söz konusu. Mesela, moda endüstrisinde bir tişörtün 3 dolara satılabilmesi için Bangladeş’te günde 15 saat çalışan bir kadının emeği sömürülüyor. Biz bunu biliyoruz. Belgeseller izliyoruz, raporlar okuyoruz. Ama alışverişi sürdürürken elimiz titremiyor. Teknolojik olarak “görme” yetimiz arttı, ama etik refleksimiz aynı hızda gelişmedi.

Yüzleşme cesaret ister demiştim. Yalnızca başkasını değil, kendini de sorgulamak, alışkanlıklarını değiştirmek, konfor alanından çıkmak gerekir. Yüzleşmek, bir sorunun parçası olabileceğini kabullenmektir. Birey için de devlet için de en zoru budur: Kendine aynayı tutmak.

Bu çağ, tarihin gözle değil, ekranla izlendiği; belgelerin kütüphanelerden değil, bulut sistemlerinden okunduğu bir çağ. Bilgiler bize akar gibi geliyor ama kalbimize kısa anlar dışında pek de dokunmadan geçip gidiyor

Belki de asıl sorun, neyi bildiğimiz değil; neyi içselleştirebildiğimizdir.

Dijital çağın en büyük trajedisi bu olmalı: Hakikatin erişilebilirliği ile onunla yüzleşme iradesi arasındaki uçurum. Kameralar her yerde; tanıklık, artık sadece tarihçilere ya da gazetecilere bırakılmayacak kadar sıradan. Bir tıklamayla Yemen’de açlıktan kemikleri çıkmış bir çocuğu, Myanmar’da yerinden sürülen Rohingyalı kadınları ya da Haiti’de deprem sonrası yağmalanan bir marketin görüntülerini izleyebiliyoruz. O an, sadece o an, içimiz sızlıyor belki. Sonra devam ediyoruz: hayatın günlük akışında gitmesine ses etmeden…

Oysa bu çağ, bir yüzleşme çağı olabilirdi, hala olabilir! Bilginin, belgenin, görüntünün bu kadar serbest dolaşımda olduğu başka bir dönem yaşanmadı insanlık tarihinde. Arşivler dijitalleşti, tanıklar konuştu, algoritmalar bile artık suç mahalline ışık tutuyor. Google Earth ile Doğu Türkistan’daki toplama kamplarını izlemek mümkün, ama bu izleyicilik bizi eylemde bulunan ve kötü gidişata müdahale eden ve böylece, iz bırakanlara dönüştürmüyor.

Devletler nezdinde de durum farklı değil. Arjantin'de “Plaza de Mayo Anneleri” ya da Türkiye’de “Cumartesi Anneleri” hâlâ çocuklarının akıbetini sorarken, devlet kayıtları eksik ve cevapsız kalmaya devam ediyor. Amerika Birleşik Devletleri, Afrika kökenli milyonların köleleştirilmesinden doğan servetle yükseldi, ama bu yükselişin utancı okul müfredatlarında hâlâ cılız cümlelerle geçiştiriliyor. Oysa yüzleşme, bir özür cümlesi değil; tüm adaletsizliklerin, haksızlıkların, hukuksuzlukların, sömürünün ve zulmün kökenine inen, yüzünü çevirmeyen, cesaretle tam gözünün içine bakan bir bakıştır.

İnsan hakları üzerine ciltler dolusu kitap basılıyor her yıl; sempozyumlar, forumlar, kararlar… Ama Afrika’nın ortasında, örneğin Kongo’da, bir çocuğun kobalt madeninde çıplak elleriyle kazdığı taş, bugün bizim parmaklarımızla kaydırdığımız telefon ekranlarına dönüşürken; o çocuğun sömürüsü hakkında bilgi sahibi olsak da, o bilgiyi vicdanla bağ kuracak eylemsel bir karşı duruşa dönüştüremiyoruz. Bilgi elimizde, ama bilgiyle yüzleşme cesaretimiz ya da motivasyonumuz yok… Öyleyse neye yarar, bunca bilgiyi bir tıklama ötesine taşıyan, bunca teknolojik gelişmişlik?

Yüzleşmek, sadece gerçeği bilmek değil; o gerçeğin içinde nerede durduğumuzu anlamaktır. Konforlu yaşamlarımızın bedelini kim ödüyor? Biz hangi acıların üzerine basarak ilerliyoruz? Bu sorular, yüzleşmenin gerçek başlangıç noktasıdır. Ve her gerçek yüzleşme, gerçeğe yaklaşmak için bir adım atmayı gerektirir.

Oysa bu çağın insanı, gerçeğin seyircisi olmayı seçiyor; failini sorgulamak yerine, izleyicisi oluyor dünyanın bitmek bilmeyen felaketlerinin. Günlük maruziyetin yarattığı yorgunlukla, empati değil alışkanlık geliştiriyoruz. Görüntüler birer içerik oluyor, trajediler akışkan. Bir çocuk ölüyor, biz sadece ekranı yukarı kaydırıyoruz.

Belli ki çağımız bir yüzleşme çağı değil; inkârın sofistike bir forma büründüğü yeni bir gaflet çağı. Bilginin varlığı, ahlaki sorumluluğu beraberinde getirmiyor. Eylemsiz bir bilgelik, suskun bir tanıklık, örgütsüz bir öfke… Tüm bunlar, çağın karakteristiğini oluşturuyor.

Yüzleşme, unutmaya karşı hafızayı; duyarsızlığa karşı iradeyi, çıkarcılığa karşı etik olanı savunmaktır. Her yüzleşme biraz utanmak, biraz yutkunmaktır. Ancak biz, çok uzun zamandır ne utanıyoruz ne de yutkunuyoruz. Bundan olsa gerek; bu çağ, hakikate en çok yaklaşan ama ondan en çok kaçan insanların çağıdır.

Her şeyin göründüğü ama neredeyse hiçbir şeyin kavranmadığı bu çağ, kaçışın yeni biçimleriyle örülmüş bu zaman, bizleri hem birey olarak hem de toplumlar ve devletler olarak bir aynaya bakmaya zorluyor — ama o ayna, çoğu zaman buğulu, kırık ya da tam tersine bir gözetleme aracına dönüşmüş durumda.

“Kötülük artık çığlık atmıyor; prosedürlere uygun çalışıyor.”
Bu cümle, sosyolog Zygmunt Bauman’ın Modernlik ve Holokost adlı çığır açıcı eserinde yankılanır. Bauman, 20. yüzyılın en büyük dehşetlerinden biri olan Yahudi soykırımını yalnızca Nazi ideolojisine değil, modern çağın bürokratik, teknik, düzenli aklına da bağlar. Ona göre kötülük artık şeytanî niyetlerin değil, görevini layıkıyla yapan "memurların" işidir. Bir butona basmak, bir dosyayı imzalamak ya da sadece “emirlere uymak” ... Bu nötr eylemler bir araya geldiğinde milyonların ölümüne neden olabilir. Günümüzde Yemen’de çocukların açlıktan ölmesine neden olan kararlar, Bauman’ın tarif ettiği türden modern bir kötülüğün devamıdır. Bürokrasi içinde kaybolan ahlaki sorumluluk, teknolojiyle birlikte daha da görünmez hale gelir.

“Kötülük, korkutucu olduğu kadar sıradandır.”
Bu söz ise, düşünür Hannah Arendt'in 1961'de takip ettiği Eichmann Davası sonrası kaleme aldığı Kötülüğün Sıradanlığı adlı eserinden alınmıştır. Arendt, Nazilerin soykırım organizatörlerinden Adolf Eichmann’ı bir canavar beklerken, karşısında kelimenin tam anlamıyla sıradan bir devlet görevlisi bulur: nefret saçan bir yüz değil, emirleri yerine getirmekten başka bir şey düşünmeyen biri. Arendt’in analizine göre çağımızda asıl tehdit, kötülüğün dramatik olması değil, gündelik hayata karışarak görünmez hale gelmesidir. İnsanların düşünmeden, sorgulamadan sistemin bir parçası olması, en büyük trajedilerin önünü açar. Bugün Gazze’den Myanmar’a, Sudan’dan Çin’in Uygur kamplarına uzanan coğrafyalarda yaşananlar, Arendt’in tarif ettiği “ahlaki düşüncesizliğin” küresel ölçekteki tezahürleridir.

“Görmek, her zaman anlamak değildir.”
Fotoğrafla, haberle, belgeselle, tweet ile gözlerimizin önüne serilen her acı, her şiddet vakası bir süre sonra nöronlarımızda bulanık bir uğultuya dönüşüyor. Bu noktada karşımıza Amerikalı yazar Susan Sontag çıkar. Başkalarının Acısına Bakmak adlı denemesinde Sontag, şiddetin ve acının görsellerle dolaşıma girmesinin her zaman empati üretmediğini, tersine bir “seyir kültürüne” neden olabileceğini vurgular. Kameralar ne kadar çok çekerse, kalpler o kadar az sarsılır hale geliyor. Savaş imgeleri artık bilinç uyandırmıyor; estetik birer dekorasyona, hatta dijital çağa uygun "hashtagli" bir kampanya süsüne dönüşüyor. Suriyeli küçük Aylan’ın kıyıya vuran bedeniyle çarpılan dünya, birkaç gün sonra unutmuştu onu. Çünkü görsellik artık hakikati bastırıyor.

“Denetimin toplumu: görünür olanın esareti”
Fransız düşünür Michel Foucault, modern toplumları bir panoptikon (bütünün gözetlenmesi) benzetmesiyle tanımlar: bireylerin sürekli izlendiği ama bu izlemenin görünmez hale geldiği bir gözetim yapısı. Disiplin ve Ceza adlı eserinde bu yapının nasıl bireyin iç dünyasına kadar işlediğini anlatır. Günümüzde bu denetim artık sadece devletlerin değil, algoritmaların ve kapitalizmin elinde. Bireyler, görünürlük için yarışırken kendini sansürlüyor, yargılıyor, biçimlendiriyor. Ancak ne ironiktir ki bu kadar çok şeyin görünür olduğu bir çağda, gerçek yüzleşmeyi yapamıyoruz. Çünkü gerçek yüzleşme, çoğu zaman en zorudur.

Görsel dünyada duyguların çürümesi
Günümüzde Filistinli bir annenin feryadı TikTok’ta birkaç saniyelik bir video ile önümüze düşüyor. Rohingya mülteci kampları Instagram filtrelerinden geçerek trajik bir görsele dönüşüyor. Amerikan ceza sistemi içinde siyahi bir gencin boğazına dayanan diz, tüm dünyayı ayağa kaldırıyor — birkaç günlüğüne. Görüyoruz, biliyoruz, etkileniyoruz… ama harekete geçmiyoruz. Öyleyse, gerçek kötülük, harekete geçemeyen bilgiyle örülüdür diyebilir miyiz?

Yüzleşmenin gerekliliği ve zorunluluğu
Yüzleşme, sadece geçmişle değil, şimdiyle ve en çok da gelecekle ilgilidir. Toplumların kendi suçlarıyla, suskunluklarıyla, görmezden geldikleriyle hesaplaşması, ahlaki bir sorumluluk değil, varoluşsal bir gerekliliktir. Bunun yapılmadığı yerlerde, tarih yalnızca tekerrür etmekle kalmaz — daha komplikasyonlu biçimlerde geri döner. Bugün yüzleşemeyen birey, yarın inkâr eden toplumu doğurur. İnkâr eden toplum ise, sadece mazlumlara değil, evlatlarının geleceğine de kıyar.

Şunu da sorgulamalıyız: Çağımız bilgi çağı mı, yoksa kayıtsızlık çağı mı?
Bilmek, görmek, duymak artık yetmiyor. Eylemsizlikle birleşmiş bilgi, sadece entelektüel bir şişkinliktir. Gerçek yüzleşme; kendimize, toplumumuza, geçmişimize ve sistemin kurbanlarına karşı sorumluluğumuzu kabul etmekle başlar. Ve eğer gerçekten bir "yüzleşme çağına” öncülük etmek istiyorsak, bu çağda asıl devrim; vicdanın, duygunun ve eylemin tekrar buluştuğu, hep ihmal edilen soruyla başlar:
“Ben tüm bu yaşananlara, hangi noktada katkı sunuyorum, hangi noktada susarak onaylıyorum?”