İnsanlık tarihinin belki de en hızlı değişimlerinden birine tanıklık ediyoruz; dijital devrim. Bilginin saniyeler içinde ulaştığı, sınırların bulut teknolojileriyle silindiği, yapay zekânın düşünceye ortak olduğu bir çağdayız. Fakat bu teknolojik mucizelerin ortasında insan daha mı mutlu oldu? Yoksa dijital devrim, görünmez zincirlerle örülmüş yeni bir yalnızlık çağını mı doğurdu?
Dijital devrim, görünürde hayatı kolaylaştırdı; bankacılık işlemleri birkaç tıklamayla hallediliyor, sosyal medya aracılığıyla uzaklar yakın oluyor, yapay zekâ kişisel asistanlık görevini üstleniyor. Ancak bu kolaylıklar beraberinde başka ne getirdi?
Sosyolog Zygmunt Bauman, “modern toplumun bireyi özgürleştirirken aynı anda yalnızlaştırdığını” belirtir. Bauman’a göre dijital çağ, “akışkan modernlik” içinde ilişkileri de geçici ve yüzeysel kıldı. Tinder eşleşmeleri, Instagram beğenileri, TikTok videoları… Bu yüzeysel içeriklerle yetinme, bireyin derinlikli ilişki kurma becerisini törpüledi.
Filozof Byung-Chul Han, dijital çağın insanını “şeffaflık diktatörlüğü” altında tanımlar. Han’a göre mutluluk bir performans meselesine dönüştü. Herkesin en güzel hâliyle poz verdiği sosyal medyada, kişi kendi “yetersizliğini” daha yoğun hissediyor. Bu da depresyonun yaygınlaşmasına neden oluyor. Nitekim Han, Şeffaflık Toplumu adlı eserinde şöyle der:
“Dijital toplum, insanları özgürleştirmektense onları denetim altına alıyor. Herkes her şeyi görmek istiyor; ama bu her şey, hiçbir şeyin gerçek olmadığı bir boşluğa dönüşüyor.”
Facebook’un ilk başkanı Sean Parker, 2017’de verdiği bir röportajda dijital platformların psikolojik manipülasyonla çalıştığını itiraf etti:
“Sosyal medyanın amacı, kullanıcıların dikkatini sürekli uyararak dopamin salgılatmak ve onları bağımlı hale getirmekti.”
Bu bağlamda Fransız filozof Gilles Lipovetsky, dijital çağda bireyin sürekli bir haz arayışı içinde olduğunu, ancak bu hazların anlık ve doyumsuz olduğunu vurgular. Ona göre birey “hiper tüketiciye” dönüşerek, ruhsal boşluklarını ekranlarla doldurmayı denemektedir.
Dijital devrim sadece teknolojik değil, aynı zamanda politik ve ekonomik bir dönüşümdür. Amerikalı filozof Shoshana Zuboff bu durumu “gözetim kapitalizmi” olarak adlandırır. Büyük teknoloji şirketleri, bireylerin verilerini işleyerek davranışlarını tahmin edebilir ve yönlendirebilir hale gelmiştir. Artık mutluluk bile algoritmalar tarafından ölçülür ve pazarlanır. Zuboff’a göre; “Dijital teknoloji bizi özgürleştirmektense davranışlarımızı satın alınabilir birer veri haline getirdi.”
Dolayısıyla dijital devrim, bireyin özgürlüğünü değil, kontrol edilebilirliğini pekiştirdi. Mutluluk, bir arzu nesnesi olmaktan çıkıp, veri temelli reklamların hedefi haline geldi.
Bu eleştiriler, teknolojinin tamamen kötü olduğu anlamına gelmez. Alman filozof Jürgen Habermas, iletişimsel aklın önemine vurgu yaparken, teknolojiyi kamusal tartışmalar için demokratik bir alan olarak değerlendirebileceğimizi belirtir. Fakat bu potansiyel, ancak bilinçli yurttaşlar ve etik sınırlar çerçevesinde gerçeğe dönüşebilir!
Dijital devrim, kuşkusuz modern insanın yaşamını dönüştürdü. Ancak bu dönüşüm, mutluluğu beraberinde getirmiş görünmüyor şimdilik... Belki de mutluluğu yanlış yerde arıyoruz; ekranlarda, like sayılarında, algoritmaların önerdiği tatmin yollarında. Halbuki insanın ruhu; derinliği, anlamı ve aidiyeti arar. Dijital çağ bu ihtiyaçlara cevap vermek yerine onları simüle etti.
Bugünün görevi, dijital araçları amaç haline getirmeden, insanî değerleri önceleyerek kullanabilmek olmalı. Teknoloji, mutluluğu da beraberinde getirmiyor nitekim. Mutluluk çok katmanlı faktörlerin elde edilmesiyle gerçekleşen psikolojik bir süreç ise; teknoloji ancak, bu süreci kolaylaştırmaya katkı sağladığı ölçüde mutluluk tanımında bir yer bulabilir.
Bu nedenle ben derim ki, henüz piyasalardan kalkmadan, kâğıttan kitaplar alıp okuyalım. Sayfalarına dokunarak, mürekkep kokusunu içimize çekerek. Arkadaşlarımızla toplandığımızda, cep telefonlarını sessize alalım. Sadece kendi aramızdaki konuşmalara odaklanalım. İmkânımız varsa tiyatroya, performans gösterilerine, müzelere gidelim. Çevremizdeki sivil toplum örgütlerinin örneğin doğayı ya da hayvanları koruma gibi, toplantılarına katılalım. Bir müzik korosuna üye olalım mesela. Mahalle takımlarının maçlarını izleyelim. Hayatı ekranlardan izleyerek değil, içinde yer alarak ve deneyimleyerek yaşayalım.
Dikkat ettiyseniz, artık ne hissettiğimiz değil ne paylaştığımız önemli. Deneyimlemek yerine izlemek; katılmak yerine “yorum yapmak” yeterli sayılıyor. Bu yüzden, gittikçe sosyalleşen değil, dijitalleşen insanlara evriliyoruz. İşte tam da bu yüzden, gerçek bir demokrasinin filizlenmesi neredeyse imkânsızlaşıyor.
Dijital toplumda sesler çoğaldı. Ancak bu sesler, bir fikir alışverişine değil, kendi kabuğuna hapsolmuş monologlara büründü. Sosyal medya platformları, görünürde demokratik bir alan sundu. Ama bu alanlar, algoritmaların tercihleriyle şekillenen yankı odalarından farksız. İnsanlar yalnızca kendi gibi düşünenleri gördükçe, karşıt fikirlerle yüzleşme cesareti azaldı, kutuplaşma derinleşti.
Güney Koreli filozof Byung-Chul Han, “Demokrasi, sürekli konuşmaktan değil, derin düşünceden ve karşılaşmadan doğar,” der. Dijitalleşen birey ise düşünmekten çok paylaşır, konuşmaktan çok görünür. Ekranlar üzerinden siyasal tepki vermek kolaydır ama bu tepki, eyleme dönüşmediği sürece yaşanan; sadece dijital boşalmadan ibarettir. Han’a göre günümüzde birey, “katılımcı vatandaş” değil, “veri sağlayan kullanıcıdır.” Peki öyleyse, demokrasi böyle bir zeminde nasıl kök salabilir?
Demokrasinin kalbi, meydanlardır. Tartışma gruplarıdır. Birlikte çay içilen dernek odalarıdır. Apartman toplantılarında tartışan komşulardır. Ancak dijitalleşme bu alanları eritiyor. Artık protestolar çevrimiçi, kampanyalar dijital, tartışmalar tweet uzunluğunda. Oysa, dijital platformlar, fiziksel dünyadaki siyasal angajmanı ikame edemez. Teknolojinin sadece edilgen bir araç olduğunu düşünmek ise aldatıcıdır. Fransız filozof Michel Foucault, gözetim toplumunun görünmez yapılarla işlediğini söylerken bugünü işaret etmiş gibidir.
Dijitalleşme, devletleri de dönüşüme uğrattı. Bugün devletler, sadece fiziksel gücüyle değil, veriyle, algoritmayla, manipülasyonla vatandaşın davranışlarını yönlendiriyorlar. Bu durum, klasik demokrasilerin en temel dayanağı olan “özgür iradeyi” tehdit ediyor.
Dijitalleşen birey, gerçek yaşamla bağını yitirdikçe, kendi kaderi üzerindeki söz hakkını da yitiriyor. Bu yüzden, demokrasi adına ilk adım belki de ekranı kapatmak ve hayata bizzat katılmak olmalı. Çünkü demokrasi, ancak yan yana gelinerek, göz göze bakılarak, birlikte düşünülerek korunabilir. Aksi halde, ekranlara kapanmış ve özgür görünen ama gerçekte yönlendirilen bir toplumun, hayali demokrasiyle avutulmasına tanık oluruz.