Dünyayı yönetenlerin zaferi, bir avuç çapulcunun ellerinde. Onlar kimler mi? Onlar sarayın muhafızları. Geçmişten günümüze hiç değişmeyen çehreleri, her daim aç gözleri, bitmek tükenmek bilmeyen hırsları ile; birey olmak yerine köle olmayı tercih eden, sorumsuz, tembel insan kümeleri üzerinde yükseliyorlar, zamanın katmerleri arasında. Kölelerin vıcık vıcık birbirine yapışmış onca yalvarmaları ile yaltaklanmaları, acıları, gördükleri zulümler, çığırtkanlıkları, talepleri, özlemleri, arzuları, hiçbiri ama hiçbiri sarayın muhafızlarının ördüğü duvarı aşmayı başaramıyor; zira insan, yaşadığı toplumla bütünleşmeyi, bu toplumun parçası olarak bir yükümlülük üstlenmeyi reddettiği ölçüde, kendi kaderini tayin eden özne olmaktan çıktı…
Birey, felsefi, sosyolojik ve hukuki bağlamlarda farklı şekillerde tanımlanmıştır. Genel olarak, birey; kendine özgü nitelikleriyle tanımlanan, bölünemez ve bağımsız bir varlık olarak kabul edilir. Türk Dil Kurumu'na göre birey, "kendine özgü nitelikleri yitirmeden bölünemeyen tek varlık, fert" olarak tanımlanır.
Felsefi açıdan, birey kavramı özellikle modernizmle birlikte önem kazanmıştır. John Locke, her insanın doğuştan gelen haklara sahip olduğunu savunarak, bireyin özgürlüğünü ve mülkiyet hakkını vurgulamıştır. Bu düşünce, bireyin toplum içindeki yerini ve haklarını yeniden tanımlamıştır.
Sosyolojik perspektiften bakıldığında, birey kavramı toplumla olan ilişkiler çerçevesinde ele alınır. Antik Yunan'da yalnızca özgür erkekler birey olarak kabul edilirken, diğer gruplar bu tanımın dışında bırakılmıştır. Modern toplumlarda ise birey, toplumsal roller ve kimliklerle şekillenen bir varlık olarak görülür.
Hukuki bağlamda, birey kavramı insan haklarıyla doğrudan ilişkilidir. Prof. Dr. Zeynep Üskül'ün "Birey Kavramının Gelişimi ve İnsan Hakları" adlı çalışmasında belirttiği gibi, bireyin değeri ve hakları, tarihsel süreçte laiklik ve özgürlük kavramlarıyla birlikte evrilmiştir. Bu evrim, bireyin toplum içindeki konumunu ve haklarını belirlemiştir.
Kısacası, birey kavramı tarihsel, kültürel ve toplumsal dinamiklerle şekillenmiş çok boyutlu bir kavramdır. Bu tanımlar bağlamında; biyolojik olarak insan türünden gelmemiz, tek başına, kendimizi birey olarak tanımlamaya yetmiyor. Öyleyse şu soruyu ara sıra kendimize soruyor muyuz: Ben ne kadar bireyim? İçinde yaşadığım toplum ya da grup içinde hem haklarım hem de sorumluluklarım var ise, bu hakları talep ediyor muyum; sorumluluklarımı yerine getiriyor muyum? Verdiğimiz yanıtlar, sadece fert olma irademizi belirlemez; sarayın muhafızlarından kurtulmanın yegâne yolu da kendi varlığımızı ispat etmekten geçer.
Bütün mesele, bundan ibaret değil kuşkusuz. Kimliğimizi kendi isteklerimize göre şekillendirmenin yollarına başvurmalıyız; bu arayışlara sevk olacağımız bir farkındalık, ihtiyaç ya da bilinçlenme süreci yaşadıktan sonra. Kişinin öğrenme ve kendini eğitme yönteminin, en etkin araç olduğunu söyleyebilirim, ilk ivedi çareler sıralamasında. Birey, iradesine sahip çıkma azmi göstermesin bir kez, artık önüne ne sarayın muhafızları ne de duvarları set çekebilir. Geleceği kurgulamak, siyaseti zenginleşme vasıtası olarak kullanmak isteyen bezirganlara bırakılmadığı; hakkı olan “hakkımı verin, hakkımı istiyorum, hakkımı alacağım” diye kararlılıkla bağırdığı, hak arayışında olanlarla dayanışma içerisinde olduğu; eğitim, öğretim, aydınlanma bir meşale gibi her köşe bucağa yayıldığı ve bunlardan yararlananlar artırıldığı; toplumu yönetmeye değil, toplumsal idareyi ortaklaşmaya talip olunduğu sürece, insan benliğini kazanır.
Hepsi bu kadar mı? Aslında, birey olmak ya da olabilmek, bitmez bir uzama denk düşer. Bireyselleşme olgusu, yaşam boyu kişinin gelişim, değişim ve dönüşüm dönemeçleriyle kesişir, eşitlenir. “Şunu şunu yaptım, birey olmayı başardım, oldu bitti” diyecek bir formül yoktur. Kendini var etme istemi; tamamen izole bir hayat tarzı sürdürmedikçe, insanı kaygılandırması gereken içgüdüsel bir yaşam ereğidir; içerisinde, mutluluğa ulaşma, kendini arzu ettiği gibi gerçekleştirme, sevme, sevilme gibi ünlü psikolog “Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinin” bütün unsurlarını barındırır.
Kendini gerçekleştirme, bireyin en yüksek potansiyeline ulaşma sürecidir. Maslow, bu durumu "bireyin olabileceği her şey olma" olarak tanımlar. Kendini gerçekleştirmiş bireyler, yaratıcı, önyargısız, problem çözme yeteneğine sahip ve gerçekçi olma gibi özellikler gösterirler. Ayrıca, bu bireyler yaşamlarını anlamlı kılmak için içsel motivasyonla hareket ederler.
Maslow'un teorisi, birey olmanın sadece biyolojik bir varlık olmaktan öte, potansiyelini gerçekleştirme süreci olduğunu vurgular. Bu süreçte, birey kendi değerlerini, inançlarını ve hedeflerini belirleyerek, toplum içinde özgün bir yer edinir. Birey olma, aynı zamanda sorumluluk almayı, etik değerlere bağlı kalmayı ve sürekli gelişimi içerir.
Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisi teorisi, birey olma sürecini anlamak için önemli bir çerçeve sunar. Bu teori, bireyin temel ihtiyaçlarını karşılayarak, kendini gerçekleştirme düzeyine ulaşmasını ve böylece tam anlamıyla birey olmasını açıklar. Bu süreç, bireyin hem kendisiyle hem de toplumla uyum içinde yaşamasını sağlar.
Sarayın en tehlikeli muhafızları, düşünceyi zincire vuranlardır. Onların görevi, halkı değil, kendi kişisel çıkarlarını korumaktır. Bunlara “düzenin bekçileri” demek de mümkün. Medya eleştirileri ve neoliberal politikaların toplum üzerindeki etkileri konusundaki çalışmalarıyla tanınan Fransız gazeteci Serge Halimi'nin en bilinen eserlerinden "Düzenin Yeni Bekçileri" adlı kitabında belirttiği gibi, medya gibi kurumlar da ya da bazı gazeteciler de “sarayın muhafızları olarak”, şahsi menfaatleri nedeni ile bağlı oldukları iktidarın çıkarlarını korumak için, halkı manipüle ederler. Bu durum, bireyin kendi düşüncelerini oluşturmasını ve ifade etmesini zorlaştırır.
Birey olmanın en keskin yolu, kendi düşüncelerini oluşturmak ve ifade etmekse; bu, sadece bilgi edinmekle değil, aynı zamanda eleştirel düşünme becerilerini geliştirmekle gerçekleşir. Kendini eğitmek, bireyin en güçlü silahıdır. Bu süreçte, birey, kendi değerlerini ve inançlarını sorgulayarak, özgür düşünceye ulaşır. Toplumun değişimi, bireylerin değişimiyle başlar. Her birey, kendi düşüncelerini oluşturduğunda ve ifade ettiğinde, toplumda gerçek bir değişim başlar. Bu nedenle, birey olma sorumluluğunu üstlenmek, sadece kişisel bir gelişim değil, aynı zamanda toplumsal bir direniştir. Ezcümle; "sarayın muhafızlarına” karşı en etkili direniş, birey olma sorumluluğunu üstlenmek ve kendini eğitmektir.
Aydınlanma Çağı’nın en etkili düşünürlerinden biri olan Jean-Jacques Rousseau'nun düşünceleri, bireyin özgürlüğü ve toplumun yapısı üzerine derinlemesine analizler sunar. Rousseau, insanın doğuştan özgür olduğunu ve toplumun bu özgürlüğü sınırladığını savunur. Bu perspektiften bakıldığında, "sarayın muhafızları" olarak adlandırılan düzenin bekçileri, bireyin özgürlüğünü kısıtlayan yapıları temsil eder.
Rousseau, "Toplum Sözleşmesi" adlı eserinde, bireylerin doğal özgürlüklerinden vazgeçerek, daha büyük bir düzen ve güvenlik amacıyla kolektif bir otoriteye tabi olmayı kabul ettikleri bir anlaşmadan bahseder. Ancak Rousseau, bu sözleşmenin bireyin özgürlüğünü koruyacak şekilde düzenlenmesi gerektiğini vurgular. Aksi takdirde, bu sözleşme, bireyin özgürlüğünü kısıtlayan bir araca dönüşebilir.
"Sarayın muhafızları", bireyin özgürlüğünü kısıtlayan ve toplumun genel iradesini kendi çıkarları doğrultusunda yönlendiren mekanizmaları ifade eder. Rousseau'ya göre, gerçek özgürlük, bireyin genel iradeye katılımıyla mümkündür. Bu nedenle, bireyin kendi düşüncelerini oluşturması ve ifade etmesi, bu yapılarla mücadelede en etkili yoldur. Rousseau'nun düşünceleri, bireyin özgürlüğünü koruma ve toplumun yapısını dönüştürme mücadelesine rehberlik eder. "Sarayın muhafızlarına” karşı bireyin direnişi, özgürlük ve eşitlik arayışının temelini oluşturur.
Diyebiliriz ki birey olmak, içindeki “beni” tanımakla başlar; ne istediğini, hayattan ne beklediğini ve dünyaya ne katabileceğini öngörmekle. Bunu realize edebilmek için ise eylemde bulunmak gerekir. Hiçbir istem harekete geçmeden hayata geçirilemez zira. Tek tek bireyler, “sarayın muhafızları” olarak adlandırılan egemen güç yapılarına karşı ancak kendilerini birer özgür, sorumluluk sahibi birey olarak inşa ettiklerinde gerçek bir direnç gösterebilirler. Bu süreç, eleştirel bilinç geliştirerek sistemin nasıl işlediğini kavramakla, moral özerkliğe dayanarak vicdanî kararlar almakla, sivil itaatsizlik ve şiddetsiz eylem yöntemlerini benimsemekle, ayrıca günlük direniş pratikleriyle güçlenmekle mümkündür. Birey olma olgusu, toplumsal dönüşümün hem motoru hem de dinamosudur.
Brezilyalı eğitimci ve yazar Paulo Freire’ye göre, baskı altında yaşanmışlıkların farkına varmak ve bu koşulları sorgulayarak kendi uygarlık bilincini geliştirmek “birey olma” yolunda ilk adımdır. Özgürlüğün anahtarı, eleştirel bilinç kazanmakla başlar; bu, sistemin dayattığı gerçeklikleri deşifre etmek ve kendi kurtuluşunu tasarlamak demektir.
Sivil itaatsizlik, bireyin hukuka saygı duyarken, vicdanî zorunlulukla, haksız bir yasayı veya uygulamayı kasıtlı olarak ihlal etmesi olarak tanımlanır. Bu eylem, moral özerklik gerektirir; birey, haklı olduğuna inandığı değerler uğruna yasaların sınırında hareket eder ve eylemlerinin bedelini göze alır. Amerikalı filozof ve siyaset felsefecisi John Rawls ve diğer siyaset felsefecileri, sivil itaatsizliğin, ancak güçlü bir etik meşruiyete sahip bireylerin vicdanından doğabileceğini vurgular.
Modern siyaset biliminin önde gelen isimlerinden Gene Sharp’in “ThePolitics of Nonviolent Action (Şiddetsiz Eylem Politikası)” çalışması; protesto, iş bırakma ve boykot gibi şiddetsiz eylem araçlarıyla, sistem üzerindeki baskıyı nasıl artıracağımızı detaylandırır. Tarihsel süreçte, Rosa Parks’ın tek başına otobüs koltuğunu işgal etmesi veya Gandhi’nin “tuz yürüyüşü” gibi eylemler, bireylerin cesur duruşunun, kitlesel direnişlere ilham kaynağı olduğunu göstermiştir
Siyaset bilimi ve antropoloji çalışmalarıyla ün salan James C. Scott’un, “everydayresistance” (günlük direniş) kavramı, küçük, görünmez eylemlerin bile iktidar odaklarını zayıflatabileceğini ortaya koyar. Örneğin, taktiksel tökezlemeler veya kuralları “boşa çıkarma” biçimleri, düzenin bekçilerini içeriden aşındırır. Bu pratikler, bireyin, her gün, kendi yaşam alanında özgürlüğünü savunmasına olanak tanır.
Her birey, sivil itaatsizlikten günlük direnişe, eleştirel bilinçten moral özerkliğe uzanan bir yelpazede kendini eğitip donandıkça, düzenin bekçilerine karşı daha güçlü bir pozisyon alır. Bu süreç, yalnızca politik eylemlerle sınırlı kalmaz; eğitim, sanat, medya okumaları ve kişisel sorumluluk bilinci de direnişin temel taşlarını oluşturur ve gün gelir sel olur, sarayın muhafızlarının kurduğu bentleri aşar geçer…