Güneşin ılık sıcaklığı altında, yüzünde belli belirsiz bir tebessüm. İki eliyle sıkıca tuttuğu kitabın sayfalarına gömülmüş. Gözlerinde ne bir hüzün ne bir kaygı. Pür dikkat satırların üzerinde sörf yapıyor, besbelli. Parkın, çocukların uğultusuyla ve sokak satıcılarının bağrışlarıyla yükselen gürültüsü umurunda değil. Arada derin bir nefes alıp, kuş cıvıltılarının geldiği ağaç dallarına göz atıyor sadece.
Uzaktan seyredenler, hatta az ötedeki bankta, çocuklarını gözetleyen ve kendi aralarında geveleyen ebeveynler, kitabın uzantısı abide bir heykel gibi duran orta yaş civarındaki kadına belki de acıyarak bakıyorlardı: Yalnız, yapayalnızdı… İşi gücü meşgalesi yok. İlgilendiği çocuğu yok. Günün öğle öncesi bu erken saatinde ev işi, alışveriş, yemek yapma derdi yok.
Oysa kadın, her gün, her ölçekte değersizleştirilmiş bireylerin, değerlerin ve hayatların hoyratlığı ortasında yok olmamak, yok sayılmamak için var olma mücadelesi veriyordu. Bunu kendisi dile getirdiği için değil. Gerek yok ki! Birey eylemleri ile anlatır varoluşsal amacını. Kimlik, davranışsal dışavurumların tezahürüdür.
Okuma eylemi, zihin dünyamıza onlarca hatta yüzlerce kişiyi ya da canlıyı davet eder. Çevrede nesnel olarak dokunabileceğimiz insanların ya da canlıların zihnimizde oluşturduğu gerçeklik algısı her zaman gerçekliğe tam tekabül etmez. Kitabın hayal dünyamızda oluşturduğu algılar ise, somut objelerin oluşturduğu algılardan çok daha gerçeğe yakın ve anlamlı kavrayışlar sağlayabilir. Zaten, gördüğümüz, konuştuğumuz herkes maske takıp dolaşmıyor mu? Hangimiz gerçek duygu ve düşüncelerimizi olduğu gibi, safiyane bir şekilde aktarabiliyoruz sanki? Bu yüzden görünene bütünüyle itaat etmeye, tek doğru diye bellemeğe kuşkuyla bakmak lazım.
Kadın, benim gözümde, kendini seviyordu. Hem de çok seviyordu. Çünkü kendine özen gösteriyordu. Kontrolü dışındaki şartların oluşturduğu görüntüye, imaja, etkiye tam teslimiyeti reddediyordu. Düşsel gücün zaferine inanıyordu, yaratıcılığı körükleyen kurguların, kelime dağarcığının zenginliğine. Korkutulmak, sindirilmek, ötelenmek istenen her türden duruşu savunmaya alan bir mevzilenme çabası; cinayetlerin, vicdansızlığın, zulmün, bize belletilen ahlaki öğretilerden de dini hikayelerden de çok daha egemen, fütursuzca nüfuz saldığı bir dünyada, başka paralel dünyalar yaratmak mümkün diyen bir başkaldırıydı onunkisi…
Bir de şu var; her olayın bir başka versiyonu olabileceği fikrine vakıf olma ayrıcalığı kazandırır okuma eylemi. Empati yeteneğini geliştirir böylece. “Neden şöyle olmasın?” sorusuyla başlayan sorgulamalar, farklı reaksiyon seçenekleri sunar, bireyin stratejik hareket kabiliyeti artar. Dogmalara dayanan dini kitapları buna dahil etmiyorum, adı üstünde din olgusu tamamen dogmalara yani inanca dayanır. İnanç ise kutsaldır, sorgulanamaz. Özgür düşünce dogmalarla çelişir. Hiçbir dogmanın sınırlamasına tabii olmadan düşünmek istiyorum derseniz, inancınızı da her daim sorgulamadan geçirmek zorundasınız demektir, zira varlık devam ettiği sürece varlığın gelişimine bağlı olarak düşünce de değişmek zorundadır…Buradan, özgürce düşünebilmek için, inancınızdan vazgeçmek zorundasınız diye bir çıkarımda bulunmak gerekmiyor. İnancınızı düşüncelerinize ya da düşüncelerinizi inancınıza onaylatabilirsiniz, her ikisi çatışmak zorunda değil. Ancak, inancınız konusundaki karşıt görüşlere açık olduğunuz; inancınıza konu olan ilke ve temellerin, nesnelliği bilimsel olarak kanıtlanmış teori ya da olgular karşısında “tek gerçek” olduğunu ispat etme yarışına girmediğiniz; en azından kendinize karşı dürüst kalabildiğiniz sürece.
Zalimin, bireylerin fiziksel bedenini bir fare kapanı gibi nefes aldırmayan, ölümcül koşullara hapsetme gayretkeşliğine rağmen; sessizce çığlık yükseltmenin, isyan etmenin, zaman ve mekândan bağımsız özgür olabilme arzusunun, yaşama direncinin doruk noktasıdır kitap okuma eylemi… O yüzden, çokça yasaklanır kitaplar, suç aleti olarak sergilenirler, yakılırlar, kitaplıklardan kaldırılırlar, beyinleri zehirleyici bir nefret objesi olarak yaftalanırlar.
Kadın yalnız değildi. Susmuyordu da. Bize kim olmamız, nasıl davranmamız, neye nasıl tepki göstermemiz, neye inanıp neye inanmamamız, neye gülüp neye gülmememiz, neyi sevip neyi sevmememiz, kime güvenip kime güvenmememiz ve daha pek çok karar verme mekanizmalarına yönelik alanlarda söz söyleme, müdahale etme hakkını kendinde gören bütün otoriter figürlere, ağır abilere; “Elon Musk’ın beyne çip yerleştirerek düşünceyi kontrol etmesini beklemek zorundasınız” diyordu ödünsüz.
Parktan kalkıp eve, bara, arkadaşıyla buluşmaya, dini ibadet evine dua etmeye, kitapçıya, amaçsızca dolaşmaya, sevgilisiyle buluşmaya gidebilirdi kadın. Günün geri kalanını evde pinekleyerek, uzanıp yatarak da geçirebilirdi. Çocuk yapmaya karar verirse veya zaten hamileyse, çocuğunu doğal yolla ya da sezaryenle doğurmayı planlayabilirdi. Kadının aklı kıt, eteği eksik değildi. Akıl yetisi cinsiyete göre farklılık göstermiyordu. Şimdilik, bunun aksini iddia eden hiçbir bilimsel tez de öne sürülmemişti.
Kadının parkta saatlerce, kimseyle tek bir kelime etmeden hatta okumaya hiç ara vermeden eğildiği bilgi yapraklarının öyküsü merak uyandırmaya değerdi: İlk el yazması kitap “Gılgamış Destanı” M.Ö. 2100 yılında Mezopotamya (bugünkü Irak) topraklarında, kil tabletler üzerine çivi yazısı ile yazılmıştı. Gılgamış Destanı’nın kadın kahramanları hem olayları başlatan hem de yönlendiren figürlerdi. Her ne kadar erkek kahramanların (Gılgamış ve Enkidu) destanı gibi görünse de arka planda kadınların varlığı belirleyiciydi. Gılgamış Destanı’ndaki erkek kahraman Enkidu, rahibe Şamhat (tapınak kadını/fahişe) ile cinsel birliktelik yaşadıktan sonra hayvanlarla bağını kaybeder ve insan toplumuna geçiş yapar. Burada kadın cinselliği, eğitici ve dönüştürücü bir güç olarak sunulur. Şamhat, sadece fiziksel bir araç değil, aynı zamanda uygarlığa geçişin bir temsilcisidir. Enkidu’ya konuşmayı, yemek yemeyi, toplum içinde yaşamayı öğretir.
Tanrıça İştar (Aşk ve Savaş Tanrıçası) Gılgamış’a âşık olur ve onunla evlenmek ister; Gılgamış reddedince onu lanetler. Red cevabına sinirlenip Gök Boğası’nı gönderir ve Gılgamış’la Enkidu’nun bu boğayı öldürmesi, olayların akışını değiştirir. İştar'ın öfkesi, Enkidu'nun ölümüne yol açan süreci başlatır. Buradaki kadın, tanrı figürü olarak hem aşkı hem de felaketi temsil eder.
Siduri, Gılgamış’ın, Enkidu’nun ölümünden sonra ölümsüzlük arayışına çıktığında, evine geldiği meyhane sahibi bilge kadındır. Gılgamış’a ölümsüzlüğün mümkün olmadığını, hayatın geçici olduğunu ve insanın hayattan keyif alması gerektiğini öğütler. Bu anlatı, destanın felsefi derinliğini artırır. Siduri, adeta Gılgamış’a epik yolculuğunda bilgelik veren bir rehberdir. Bir nevi kadın kâhin ya da bilge ana arketipidir.
Ninsun (Gılgamış’ın annesi, tanrıça) Gılgamış’a düşlerinde rehberlik eder, onu kutsar ve tanrılarla iletişim kurar. Gılgamış’ın hem ilahi soyunu hem de insan yanını simgeler. Annelik figürüyle, kahramanın kutsallığı ve kaderi arasında bir köprü kurar.
Gılgamış Destanı’nda kadın karakterler; doğayı temsilen vahşi (İştar), kültürü temsilen medeni (Şamhat), bilgeliği temsilen kâhin (Siduri) ve kaderi temsilen tanrısal (Ninsun) roller üstlenir. Bu yönüyle kadınlar, hikâyenin sembolik çatısını kurar. Gılgamış ve Enkidu’nun kahramanlık yolculuklarında kadınlar ya bir dönüm noktası (İştar), ya rehber (Siduri), ya da eğitici (Şamhat) olarak ortaya çıkar. Kısacası, her büyük değişim kadın karakterlerle kesişir; destandaki eril gücün karşısında kadın bilgeliği, arzusu ve dönüşüm gücü önemli yer tutar.
Kadın kendine saygılıydı. Benliğini oluşturan, zihin dünyasını şekillendiren duygu, düşünce, hayal gücü ve duyumlarını beslemeye gayret ediyordu. Aç, susuz bırakmıyordu, kültürel donanımına tohumlar ekiyordu; yeni açılımlara, yeni ufuklara, yeni maceralara, yeni heyecanlara, yeni tutkulara gebe… Bir yelkenliyle okyanusa açılmanın hazzını, içinizde hissedebildiğiniz, tahayyülünüzde resmedebildiğiniz ölçüde yaşarsınız, hiçbir zaman hiçbir yelkenliyle hiçbir okyanusa açılmasanız bile! Kadın, en sıcak dost sohbetlerinin tadını, bir bebeğin kokusunun tazeliğini, sevgilinin dokunuşunu, öpüşlerini damarlarının içinde hissederek yaşıyordu. Gılgamış Destanı’ndaki Tanrıça da oydu, yaşamın bilgelik kaynağı da hayatın keyfini çıkarmayı bilen meyhaneci kadın da… Elindeki kitabın uzantısı da oydu, onun uzantısı olan kitap da kadının kendisiydi.
Kadının gün batımına kadar elinden düşürmediği kitabın, yıpranmış kapağındaki başlık okunmuyordu. Bunun bir önemi yoktu aslında. Kitabın konusunun, kahramanlarının, nerede ve ne zaman geçtiğinin, olay örgüsünün, ana temasının, içeriğinin, hiçbirinin… Kırmızı, yeşil, beyaz, sarı, mavi, lacivert ve bilumum renk cümbüşünün harmanladığı bir hale içeresinde, kitabın her bir sayfasından yıldızlar uçuşmaya başladığında havaya, akşam güneşinin kızıllığında; yıldızlar kanatlanıp güvercin oldu, havai fişekler gibi, uçup patladılar pul pul parkta uyuyan kedilerin, çimenlerin, para sayan dilencinin, bir de kadının üzerine. Dilek tutmalıydı kadın: kitabın tılsımına iman etmiş alçak gönüllüğün huzurunda: “Hey ruhlar, gizli köşelere, deliklere saklanmış hayaletler! Neredeyseniz çıkın. Cinin şişeden çıktığı gibi çıkın. Masallar biriktirdim dört sütuna beş manşet. Gözlerinden kanlı gözyaşları akan bebekler var heybemde. Açlıktan, susuzluktan kurumuş bedenlerini düğümledim birbirlerine. Ceset torbaları diktim her okumaya ara verişimde. İçleri beyaz, genç erkek bedenleri dolu. Büyük kazanlar hazırladım şaraplarla dolup taşan. Kiliselerde dağıtırız. İnsanlığı günahlarından arındırmak için. Ekmek kırıntıları doldurdum ceplerime. Yoksulun sofrasında bölüşelim diye.”
Dilek tutmadı kadın. Kitabın kapağını usulca kapattı. Yerinden doğrulup kalktı. Etrafına bakınmadı bile. Kutsal bir hazine gibi özenle kavradığı kitabı, gitti, dilencinin kirli bezden para torbasının yanına koydu. Bir an bakıştılar. Gözleri donuk her ikisinin de. Sonra hiçbir şey olmamış gibi parasını saymaya devam etti dilenci. Kadın ise bir yükten kurtulmuş gibi esnedi uzun uzun, evvel. Ardından, arkasını dönüp gitti. Parkı, gecenin, serseri ruhların, başıboş hayaletlerin ve hayalet avcısı kedilerin kaderine terk ederek, uzaklaştı tekinsiz…