Dünyanın en büyük zalimlerinden birine örnek olarak geçen yazımda Mao Zedong’u örnek göstermiştim. Bu yazıda ise bu kez 21. yüzyılın ilk çeyreğine kadar olan süre içerisinde, yaşadığımız döneme ait zulümlere ve zalimlere örnek vermek istiyorum.

İnsanlık tarihi boyunca zalimler hep vardı aslında. Ama bazıları, gölgesini sadece insanın üzerine değil, zamanın ve mekânın ruhuna da düşürdü. 21. yüzyılın ilk çeyreğinde, bir coğrafyada şekillenen otoriter yönetim biçimi, toplumsal dokunun nasıl sindirildiğini gösteren bir örnek teşkil etti. Bu örnekte isimler yok; çünkü zulüm, artık bir kişiye indirgenemeyecek kadar sistematik; otorite, bir kişilikten çıkmış, bir iklime dönüşmüş. O iklim ise “demirden bir gölgeye” benzetilebilir…

Bu gölge, bu adı belirtilmeyen ama farazi olmayan coğrafyada,yalnızca politik karşıtlarını hedef almadı; düşünmeyi, sorgulamayı, farklı olmayı, direnç göstermeyi, hatta bazen sadece yaşamayı bile bir tehdit haline getirdi. Öyle ki, sabahları uyandığında gözaltına alınma ihtimaliyle yaşamak ya da akşamları çocuklarını güvensiz yarınlar endişesiyle uyutmak sıradanlaştı. Korku, insanların diline, gözlerine, yürüyüşüne ve hatta sessizliğine bile sindi.

Bir gece yarısı kararnamesiyle kapatılan bir dernek, işten atılan bir öğretmen, aniden kesilen bir burs, yok sayılan bir yayın... Bunların her biri, demir gölgenin zulmüydü. Yargı, artık adaletin değil, iktidarın elinde şekillenen bir sopa; medya, gerçeği değil gücü yücelten bir vitrin; üniversiteler ise düşünen değil, biat eden bireyler yetiştiren kurumlara dönüşmüştü.

Zulmün en tehlikelisi, sessizliğe alıştırandır. Önce itiraz edenler ve sesini yükseltenler cezalandırılır. Sonra sesler yavaş yavaş kısılmaya başlar. En sonunda ise toplum ölü sessizliğine bürünür. Zira konuşmak, sadece cesaret değil, bedel ister; işini kaybetmek, ailesini riske atmak, “fişlenmek”, dışlanmak, hapse atılmak…

Bu coğrafyada da toplumun en dirençli damarları bir bir kesildi. Sendikalar susturuldu, dernekler kapatıldı, kadın örgütleri kriminalize edildi, çevre mücadeleleri bastırıldı. Hatta bazı insanlar, yalnızca bir ağacı savundukları için bile hedef haline geldiler. Bu demir gölgenin altında, insan yalnızca siyaseten değil; etik, estetik ve ahlaki olarak da bir taraftan susturulurken, bir taraftan zayıflatıldı.

Michel Foucault der ki: "Görünmeyen iktidar en tehlikeli olandır; çünkü insanlar artık ona karşı direnme ihtiyacı bile duymaz."

Foucault, modern toplumlarda iktidarın doğrudan zorla değil, bireylerin düşünce yapısını şekillendirerek işlediğini vurgular. Demirden gölgede, birey artık kendi kendini denetlemeye başlar. Korkunun sistematikleştiği yerlerde iktidar, yalnızca fiziksel değil, psikolojik bir kuşatma halini alır.

Albert Camus ise zulüm ve zalim kavramlarına bir başka açıdan yaklaşır. Ona göre; "Zulmü kutsayan her düşünce, bir gün celladın elini öpecektir." Camus’un bu sözünde, ideolojik körlüğün nasıl birer meşrulaştırma aracı haline gelebileceği vurgulanır. Demir gölgede en tehlikeli olanlardan biri de zulmü haklı çıkaranlardır. Çünkü zalim, ancak alkışlandıkça büyür.

Gerçekliğin çarpıtıldığı medya düzeni

“Bir halk gerçekleri öğrenemezse, onun yerini efsaneler alır.”
— George Orwell

21. yüzyılın ilk çeyreğinde bir ülke düşünün. O ülkede insanlar her sabah televizyonlarını açıyor, gazetelerini okuyor, telefonlarında haber akışlarını kaydırıyorlar. Görünüşte bilgiyle dolup taşıyorlar. Ama aslında her biri bir aynaya bakıyor; yamulmuş, çatlamış, eğilmiş bir aynaya.

Bu aynada her şey var; bir “başarı öyküsü”, “büyük liderlik”, “küresel itibar”, “yerli ve milli kalkınma.” Olmayan tek şey ise; hakikat.

Bu adı bilinmeyen ülkede medya artık haber vermiyor; algı inşa ediyor, eleştiri “hainlik,” soru “ifade suçu,” farklı bakış “terör sempatizanlığı” olarak etiketleniyor. Ve halk, bu sahte aynanın karşısına geçip izliyor.

Televizyon ekranlarında gerçek gazetecilik yok denecek kadar az. Onun yerine “ekselanslarının ya da efendilerinin gazeteciliği” var. Haber programlarında “tarafsızlık” sadece bir illüzyon. İktidar temsilcileri her gün bir kanalda halka hitap ediyor gibi yapıyor ama aslında konuşan kişi sadece bir tebliğci; yani “demir gölgenin sesidir.”

Ünlü filozof Jean Baudrillard, çağımızı “simülasyon çağı” olarak tanımlar. Gerçeğin yerini artık simülasyonların yani gerçeklikten yoksun yapay gerçekliğin aldığı bir düzende, insanlar gerçekle yüzleşemez hale gelir. Onlara sunulan sahte temsiller, hakikatin yerine geçer.

“Artık gerçek, kendi yokluğunun sahiciliğiyle yaşar.”
— Jean Baudrillard

Bu nedenle, adı bilinmeyen ama farazi olmayan bir ülkenin bu medya düzeninde, her gün başka bir “gerçeklik” yaratılır: Bugün düşman ülke A’dır, yarın müttefik olur. Bugün kriz yoktur, yarın zafer ilan edilir. Bugün eylemci teröristtir, ertesi gün kahraman olur. Ve tüm bu tutarsızlıklar içinde halk, eleştirmeyi değil, alışmayı öğrenir. Çünkü alışmak, sorgulamaktan kolaydır. George Orwell’in “1984” romanında dediği gibi: “Gerçeklik, Parti’nin dediği şeydir.”

Bir ülkede medya susturulduğunda, ilk ölen şey özgürlük değildir, gerçekliktir. Gerçeklik ortadan kalkınca, özgürlük zaten tanımsız hâle gelir. İşte bu yüzden, 21. yüzyılın zalimleri artık sadece sopayla değil, ekranla da hükmeder. Çünkü ekran, sopadan daha etkilidir. Sopa korkutur, ekran inandırır. Ve insanlar, bir süre sonra bir şeyin doğru olup olmadığını değil, kimin söylediğini tartışmaya başlar. Zihinler kutuplaşır, taraflar inançlarını doğrularla değil, düşmanlıkla dizayn eder. İşte bu, zalimin en çok istediği şeydir: Gerçeği arayan değil, kendi tarafını savunan kitleler. Dolayısıyla, zalimlik artık yalnızca fiziki bir baskı biçimi değil; hakikatin çarpıtılması ve kitlesel illüzyonun organize edilmesidir.

Müfredatla terbiye: Eğitimin itaat makinelerine dönüşmesi

“Eğitim, bir halkı ya özgür yapar ya da köle.”
— John Dewey

Otoriter rejimler, okullarda sınıflara girer, müfredata sızar, çocukların aklına doğrudan değil, dolaylı bir usulle temas eder. Amaç, eleştirel aklın yerini itaatin almasıdır.

Fransız filozof Louis Althusser’e göre devlet yalnızca baskı aygıtlarıyla değil, ideolojik aygıtlarla da var olur. Okul, medya, aile gibi kurumlar; insanların rızasını kazanmak ve sistemi içselleştirmelerini sağlamak üzere işler.

“İdeolojik aygıtlar, insanları fark ettirmeden şekillendirir. En derin izler, en sessiz darbelerle bırakılır.”
— Louis Althusser

Bu bağlamda eğitim, sadece bilgi aktarma süreci değildir. Aynı zamanda bir norm üretim mekanizmasıdır. Hangi bilgiye değer verileceği, neyin kutsal neyin sorgulanmaz olduğu burada belirlenir. Bu nedenle zalimler, müfredata çok şey sığdırmazlar; sadece eleştiriyi çıkarırlar. Geriye kalan, zaten itaat için yeterlidir. İçselleştirme olmadan yapılan her ezber, bireyi değil, biat üretir.

Eğitim sistemleri, yalnızca bilgi vermekle değil, davranış şekillendirmekle de ilgilenir. Sorgulamayan birey, itaat eden yurttaş, talimatla hareket eden iş gücü yetiştirmek için kurulur. Bu birey, hakkını aramaz; sadece görevini yapar. Yanlışa karşı durmaz; sadece sessizce geçer. Ve en sonunda bir toplum oluşur: Ne baskıya başkaldırır ne suskunluğundan rahatsız olur. Çünkü bu toplum, ta çocukken eğitilmiştir: "Sorma. Sadece sana ezberletilenleri tekrarla.”

Zalimler neden eğitimi kullanır?

Çünkü sopa korku üretir, ama eğitim rıza üretir. Zalimlerin asıl istediği de budur:
Kendisini seven, yücelten, hatta onun varlığını adaletle özdeşleştiren bir nesil. Bu nesil, zalime düşmanlık etmez. Tam tersine, onun için yaşar. Zalim, en güçlü ordusunu okullarda kurar.

Devam edecek…