Şahane bir tanımlama vardır ve...
Şu yaşlı dünyanın...
Neredeyse her ülkesinde geçerlidir...
“Babalar neden kızlarını çok sever?”
İşte kanıtı...
***
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanvekili... Yönetmen... Senarist... Yapımcı... Oyuncu... Gazeteci... DEM Parti İstanbul Milletvekili... Müzik Yapımcısı... Köşe Yazarı...
Çok yönlü bir “yıldızı” kaybettik...
Sırrı Süreyya Önder...
Biricik kızının...
Olağanüstü ifadeleri arka arkaya sıraladığı veda konuşması...
Türkiye’nin “manşeti” olduğu kadar...
Bir baba ile kızının...
Asla yarım kalmayacak sevdalarının...
Tarihe geçecek satırları oldu...
Türkiye’yi ağlattı, ağlatıyor ve...
Belli ki...
O mektup yıllarca her okuyanı gözyaşlarına boğacak...
Hatta...
Eşi, benzeri olmayan...
“Bir kızın babasına acı vedası” olarak...
Kalplerde hep tazeliğini koruyacak...
***
Sırrı Süreyya Önder'in kızı Ceren Önder Kandemir...
İstanbul Taksim AKM'de...
Sırrı Süreyya Önder için düzenlenen törende...
Babasına son mektubunu okudu...
Bunu yaparken...
Bir yandan hem gözyaşlarını tutmaya çalışıyor...
Diğer yandan da...
Babasına duyduğu hayranlığı...
Kalbinde yaşattığı “ölümsüz” sevgiyi...
Türkiye’ye...
“Artık dinlen turna kuşum...”
Diyerek şöyle sundu:
***
Baba, hayatın bütün rengi gitti... Benim bildiğim hayat bitti...
Yeni bir hayat başlıyor şimdi... Ürkütücü, bilinmezliklerle dolu...
Daha önce hiç duymadığım bir şeyi, senden duyma ihtimalimin kaybolduğu, mavrasız (kontrolsuz)...
Kendimi bildim bileli seni kaybetmekten korktum...
Bu benim tek kabusum, zaafım, burnumdaki sızı, yutağımdaki yumru, karın ağrımdı... Öyle iyi, öyle benzersizdin ki, “Bu adam bana sadece ölerek acı çektirebilir” derdim...
Gece gece çaldığın kemanın, cümbüşün, udun sesi; bir çırpıda ezberden okuduğun şiirler, günde beş kere ve her birinde sanki yeni buluşmuşuz gibi bir heyecanla çıktığımız kahveler... Evlere sığamayışın... Kimseye kıyamaman... İyiliğe üşenmemen, kimseye gücenmemen, kalp kırmaktan bile daha çok korkman, birinin onurunu kırmaktan...
“Baba, kalbim kırık...” diye arardım... “Baba grip oldum. Baba öksürüğüm geçmiyor... Baba kedim öldü... Baba aşık oldum... Baba uyku tutmadı...”
Ben, babalığına çok doydum... Şimdiye kadar verdiğin tek bana değil, oğluma ve onun çocuğuna bile yeter...
Bir babaya ihtiyacım kalmayıncaya kadar doyurdun beni...
Ama dostluğuna doyamadım... O dostluğa doyulur mu?
Şimdi öfkelenmek istiyorum... “İki hafta sonra barış protokolü imzalanacak... Sonra rahatız... Ameliyat da olacağım... İki haftada ne olacak?” demene kızmak istiyorum.
Açlık grevlerine, cezaevlerine, işkencelere...
Bir tek kendinle ilgilenmeyişine kızmak istiyorum...
Yapamıyorum...
Bana Kandıra Cezaevi’nden gönderdiğin bir mektup yüzünden kızamıyorum...
“Gidecek yolu olmayan, bir amacı olmayan ama hep yanında olan bir babayı sen istemezdin!” demiştin...
Şimdi gitmek zorunda olmamanı istemez miydim?
Sana öfke duyanlar için, “Yoksulluğun ve yoksunluğun öfkesi bu, sakın içinde nefret biriktirme” diyordun... Doğduğundan beri yoksulluk, yoksunluk ve yetimlikle geçen ömründe sen öfkeni nereye sakladın, ben hiç görmedim... Herhalde kalbine...
Bir tek mülk edinmeden, ikinci bir kazağı almadan, kimseden bir şey istemeden, borçsuz ve harçsız, boğazını değil onurunu besleyerek yaşadığın bu dünyadan gidiyorsun baba... Giderken neşemin birazını Can ve Yasin'e bırakarak; ama rengin tamamını alarak.. Sana doyuncana sevgi verdim. Her gün söyledim sevdiğimi... Doyuncana kadar öpüp kokladım... Şimdi tüm renklerim de senin olsun... Gerçi sen orada da dostlarını bulursun...
Artık dinlen turna kuşum. Biz iyi olacağız...
Çocuklara hep seni anlatacağız...
Şakaların ağzımıza eğreti dursa bile taklit etmeye çalışacağız...
İçimde tam tarif edemediğim bir huzur var şimdi...
Artık mücadele etmek zorunda olmadığını bilmenin huzuru...
Seni ayakta son gördüğümüz gün, bize bir poşet portakal ve bir kutu yumurta vermiştin... Can için daima bir cebinde mandalin, bir cebinde fıstık ezmesi taşımanı, teneke kutulardaki ballara ve dinlenme tesislerine olan özel sevgini hiç unutmayacağım...
Seni ayakta gördüğümüz son gün arabana binmeden önce bize söylediğin son cümle kulağımı tırmalıyor şimdi: “Cano'nun düğününü görmeden gitmeyeceğim...” Tutmadığın sözün yoktu, gittin mi? Barışı görmek istiyordun... Çocukların yetim kalması kalbini parçalıyordu... Sütten de ağzın hiç yanmıyordu... Bir tür barış mıydı bilmiyorum; ama hastane koridorlarındaki sınıfsız, bayraksız, hüzünlü, umutlu kalabalıkta barışa benzer bir şey gördüm ben... Gözün arkada, aklın bizde kalmasın... Bana güzel sesinle okuduğun dizelerle...
“Biliyorum yağmur yağmaz yukarı doğru yeniden...
Acımaz olur, silinir gider izi bıçağın...
Ama hiçbir rüzgâr dolduramaz boş kalan yerini,
Bir yaşamdan ötekine birlikte uçan turnaların yerini gökyüzünde...”
***
Bitiriyoruz...
Yukardaki satırlar...
Büyük olasılıkla...
“Mektup Edebiyatı”nın...
Şah eserlerinden biri olarak tarihe geçecek...
Bu kesin...
“Babalar ve Kızları”na gelince...
***
Şu tartışılmaz!
Kızlar babalarına anneden daha düşkün olurlar...
Babalar da bu duruma zaaf duyarlar...
Dolayısıyla...
Aralarında bambaşka bir bağ oluşur...
Küçükken, minicikten...
En tahmin edemeyeceğiniz bir yaramazlık bile yapsalar...
Babalar yine de...
Ses edip kızamıyorlar kızlarına...
Çünkü...
Kızlar...
Taaa yüzıllardır bilinir ki...
Baba kalkandır!
Baba koruyucudur ve ne hikmetse...
Kızlar...
Evlenecekleri erkeklerde...
Hep...
Babalarının gözlerindeki sıcacık ışığı ve...
Bitmez / tükenmez “koruyuculuğu” ararlar...
Nokta...
Hamiş: Bir babanın, “biricik kızım” demesi bile, tüm aşk sözcüklerini ezer geçer...”
Sonsöz: “Prenses olmak için prense ihtiyacım yok; Ben zaten kralın kızıyım... / Anonim...”