Son günlerde ülkemizin gündeminde yer alan bir belgi (slogan) var: “Hak, Hukuk, Adalet”. Çağdaş demokrasinin egemen olduğu ülkelerde, birbirinden et tırnak gibi ayrılmadığı bu kavramların yıllar önce sorun olmaktan çıktığı tarihsel bir gerçektir. Aydınlanma döneminin önemli düşünürü, hukuk alimi ve politikacı Monteskio (Montesquieu) yirmi yılda hazırladığı ve adını “Kanunların Ruhu Üzerine koyduğu (De L’esprit Des Lois) büyük eserini 1748 yılında insanlık alemine armağan etmiştir. Eser o günden bu yana özellikle kamu hukuku ve siyaset dünyasında değeri her geçen gün artan olağanüstü bir nitelik taşımaktadır. Bunun tek nedeni vardır. O da demokrasinin kapısını açan sihirli anahtarı bulması olmuştur: Güçler ayrılığı! Yasama, yürütme ve yargı organlarının birbirinden bağımsız olması… Bu ilke yani güçler ayrılığı çağdaş demokratik rejimlerin olmazsa olmazıdır! Artık kesinlikle söyleyebiliriz: Güçler ayrılığı olmayan bir düzende demokrasiden söz edilemez!

Şimdi konumuza gelelim. Hak ne demek? Türk Dil Kurumu (TDK) sözlüğünde şöyle tanımlanıyor: “Bireylerin hukukun gerektirdiği veya birine ayırdığı durum; kazançlı hal.” Yine TDK’na göre hukuk: ”Toplumu düzenleyen ve devletin yaptırım gücünü belirleyen yasaların bütünüdür.” Sözlük önemle şu tümceyi vurguluyor: “Hukuk daima adaletin peşinden gider, önüne geçmez!”

Şimdi tüm bu kavramları kavrayan “Adalet” tanımı karşımıza çıkıyor. Adalet nedir? Bu konuda en önemli başvuru kitabı elbette “Türk Hukuk Lûgatı” dır. (THL). Bu eserde Adalet tanımı şöyle: “Subjektif manada: Herkesin hakkını tanıma hususunda değişmez kesin dilek. Objektif manada: Karşılıklı zıt menfaatler arasında hakka uygun bir denklik.” TDK sözlüğü de adaletin anlamını açıklıyor: “Hak ve hukuka uygunluk, hak ve hukuku gözetme ve yerine getirme, doğruluk.”

Hak/Hukuk/Adalet kavramlarını yerlerine yerleştirdikten sonra günümüz uygulamalarına gelelim. Önce şunu belirleyelim. Hak, hukuk ve adaletin kâğıt üzerinde değil, yaşamın tüm alanlarında egemen olması için ülkenin her yerinde ve herkese uygulanması gerekir. Buna da “Hukuk kuralarının genelliği ilkesi” denir. Örneğin kimsenin sokağa çıkamadığı Covit-19 salgın döneminde kâğıt toplayan hurdacıya ceza kesilirken iktidar partisinin lebalep doldurduğu ilçe ve il kongreleri yapılabiliyorsa orada hak, hukuk ve adaletten söz edilemez. O ülkenin savcıları yasanın kendilerine emrettiği, sanıkların sadece aleyhine değil lehlerine olan delilleri de toplama görevini yerine getirmiyorlarsa adaletin gerçekleşmesine büyük sıkıntı var demektir.

Hukuk sosyolojisi diye bir bilim dalı vardır. Bu dal yeni ilkeler yaratmaz. Ama uygulamaların topluma yansımalarını değerlendirir. Her mahkemenin ara ve nihai kararları elbette olaya ve kişilere göre değişir. Ancak bazı kararlar toplum genelinde derin izler bırakır. Örneğin kişilerin gözaltı, tutuklama ve tahliye konularında. Yakınlarda gerçekleşen bir kadın cinayeti olayında karşılaştık. Sanık Diyarbakır’da işlediği bir kadın cinayeti savıyla tutuklanmıştı. Böylesine ağır bir ithamla yargılanmasına karşın serbest bırakılmıştı. Aynı sanık bu kez İstanbul’da bir kadın cinayeti savıyla tutuklandı. Eğer Diyarbakır’da serbest bırakılmasaydı İstanbul’daki cinayet işlenmemiş olacaktı! Öte yandan bal gibi siyaset kokan davalarda, daha iddianame yazılmamışken medyada suçlu ilân edilen kişilerin “masumiyet ilkesi” yerlerde sürüklenmektedir. Daha da tehlikeli olanı, tutuklamanın bir önlem ve istisna olmasına karşın doktor raporlarına ve yaşam tehlikesine karşın sanık sıfatı bile olmayan şüphelilerin aylarca mahpus kalmasıdır.

Bütün kötü örnekleri ortadan kaldırmaya yönelik kurumlaşma hâkimlerin coğrafi güvencesidir. Yani bir hâkim kendi istemediği halde bir başka göreve atanamamalıdır! Toplumsal belleğe kazınan bir önemli tarih var: 12 Eylül 2010 Halk oylaması! 26 maddelik Anayasa değişikliği meclisteki tartışmalardan sonra kabul edildi ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından halk oylamasına sunuldu. Bu kampanya sırasında CHP Grup Başkanvekiliydim. AKP iktidarı yanına aldığı “Yetmez ama evet” liberalleriyle sonuç almaya çalışıyordu. Bugün anımsayanlarda acı bir tebessüm yaratan “Üstünlerin değil hukukun üstünlüğü” ana sloganlarıydı. Fethullah Gülen de ABD’den “ölüleri bile” oy kullanmaya davet ediyordu! Hiç unutmuyorum. Çeşitli yerlerdeki konuşmalarımda, bu referandumda “Evet oyu çıkarsa takunyalı faşizm gelir” diyordum. Keşke yanılsaydım! Takunyalı faşizm geldi ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu anahtar teslimi Feto’ya armağan edildi! Sonuç çok ağır oldu ama çok geç anlaşıldı. 15 Temmuz 2016’da Türkiye Fetöcülerin alçak darbesiyle sarsıldı. 300 kişi yaşamını yitirdi. Sekiz bin çeşitli rütbelerdeki asker gözaltına alındı. Yabancı örgütün maşası FETÖ, 12 Eylül 2010 halkoylamasında HSYK’yı adeta işgal etmişti. O kadar ki, şerefsiz darbeden sonra 4238 hâkim ve savcı meslekten çıkarıldı. 4 Eylül 2019 rakamlarına göre 9 bin 323 yeni hâkim ve savcı alımı yapıldı. Bunların bir bölümü de avukatlıktan geçiş yapanlardı. Avukatlıktan gelenlerin kaç tanesi eski AKP veya başka partilerde henüz bilinmiyor. Ama bir bölümünün üyeliği gerçek. 20 bin 719 hâkim ve savcının yüzde kırk beşinin kıdeminin üç yıl veya daha az olduğu yazılıp çiziliyor. Rakamlar gösteriyor ki 12 Eylül 2010 halkoylamasının yargı camiasında açtığı yara bir türlü iyileşmiyor. Kan kaybı devam ediyor. Adalet Bakanının her yerde “Yargı bağımsızdır” cümlesiyle konuşmaya başlaması bir anlam taşımıyor.

Tabii bir de yargılamalardan sonra bunlar hakkında tarihin verdiği hüküm var. Bilinsin ki tarihin kararının istinafı ve temyizi yoktur!