Sinema dünyası bu sabah üzücü bir habere uyandı… Hollywood yıldızı Gene Hackman ve 63 yaşındaki eşi Betsy Arakawa Santa Fe'deki evlerinde ölü bulundu. Santa Fe İlçe polisi 1991'den beri evli olan çiftin cansız bedenlerinin yanında köpeklerinin de cesedini buldu.

95 yaşında hayata veda eden bu büyük usta, ardında hüzünlü bir sessizlik değil, aynı zamanda sinema tarihine kazınmış unutulmaz bir miras bıraktı. Onun gidişi, sadece bir oyuncunun kaybı değil, bir dönemin sonu gibi hissettiriyor; çünkü Hackman, sıradan insanın karmaşıklığını, öfkesini, kırılganlığını ve gücünü perdeye taşıyan eşsiz bir sanatçıydı.
Yetkililer olayda cinayet şüphesi olmadığı söylerken usta aktör ve eşinin ölüm nedeni henüz açıklanmadı. Büyük olasılık birlikte intihar… Polis bu yönde araştırıyor.
Gençliğimiz onun filmleriyle geçti… Hackman’ın kariyeri, Hollywood’un altın çağlarından birine tanıklık etti. 1930’da Kaliforniya’da doğan bu adam, oyunculuğa adım atmadan önce zorlu bir hayatın içinden geçti. Deniz Piyadeleri’nde geçirdiği yıllar, çeşitli işlerde çalışarak ayakta kalmaya çabası, ona sahnede ve ekranda o gerçekçi dokuyu kazandırdı.

İlk büyük çıkışını 1967’de Bonnieand Clyde ile yapan Hackman, Warren Beatty’nin kardeşi Buck Barrow rolünde öyle bir iz bıraktı ki, bu rol onun kariyerinin dönüm noktası oldu. Ama asıl şöhret, 1971’de The French Connection ile geldi. “Popeye” Doyle karakteriyle yalnızca bir Oscar kazanmakla kalmadı, aynı zamanda sinema tarihinin en ikonik anti-kahramanlarından birini yarattı. O filmdeki araba kovalamaca sahnesi, Hackman’ın çılgın enerjisiyle birleşince adeta bir efsane haline geldi.
Onun gücü, yalnızca aksiyon sahnelerinde değildi; Hackman, sessiz anlarda da devleşirdi. Francis Ford Coppola’nın The Conversation filminde, paranoid bir gözetim uzmanı olan Harry Caul’u oynarken, iç dünyasındaki çalkantıları öyle incelikle yansıttı ki, izleyiciyi bir yandan büyülerken bir yandan da rahatsız etti.
Burada özellikle Sicilya seyahatlerinde dostlarıma anlattığım Coppola karakterine bağlı olarak bir parantez açmalıyım: Gene Hackman ile Francis Ford Coppola arasındaki ilişki, sinema tarihinin en yaratıcı ve unutulmaz iş birliklerinden birini doğurdu. Bu iki dev isim, 1974 yapımı The Conversation (Konuşma) filmiyle yollarını kesiştirdi ve ortaya çıkan eser, hem Hackman’ın kariyerinde bir dönüm noktası oldu hem de Coppola’nın auteur kimliğini pekiştirdi. Ancak bu iş birliği, sanatsal uyum kadar, setteki gerilimlerle de anılır hale geldi.
Coppola, 1970’lerin başında The Godfather ile adını duyurmuş, sinemada derinlikli hikâye anlatımıyla tanınan bir yönetmen olarak yükseliyordu. Hackman ise The French Connection ile Oscar kazanmış, sert mizaçlı ama iç dünyası karmaşık karakterleri canlandırmadaki ustalığıyla dikkat çekiyordu. The Conversation için bir araya geldiklerinde, Coppola’nın vizyonu, Hackman’ın yeteneğiyle buluşarak sinemada bir başyapıt ortaya çıkardı. Filmde Hackman, Harry Caul adında yalnız, paranoyak bir gözetim uzmanını oynadı. Coppola’nın senaryosu, Watergate skandalının gölgesinde mahremiyet ve vicdan temalarını işlerken, Hackman bu rolü o kadar içselleştirdi ki, karakterin sessiz çaresizliği ve gizli kırılganlığı izleyiciyi derinden etkiledi.

İki yüksek egolu adam bir araya gelirse işlerin uyumlu gitmesi kolay olmaz
Sette ise işler her zaman bu kadar uyumlu gitmedi. Hackman, kendi ifadesine göre, Coppola ile çalışırken zaman zaman zor anlar yaşadı. Coppola’nın titiz ve doğaçlamaya açık yönetmenlik tarzı, Hackman’ın daha yapılandırılmış bir oyunculuk yaklaşımıyla çelişebiliyordu. Hackman, bir röportajında Coppola’yı “inatçı ama dahi” olarak tanımlamış, setteki tartışmaların bazen kişisel bir boyuta vardığını ima etmişti. Örneğin, Hackman’ın Harry Caul’un içe kapanıklığını abarttığını düşünen Coppola, oyuncusundan daha fazla duygu göstermesini istediğinde, Hackman bu talebi kendi yorumuna ters bulmuş ve direnmişti. Yine de bu çekişme, filmin lehine işledi; Hackman’ın performansı, Coppola’nın istediği o ham, gerçekçi tonu yakaladı.
İkili, The Conversation dışında başka bir projede bir araya gelmedi, ama bu tek iş birliği bile sinema tarihindeki yerini sağlamlaştırdı. Coppola, Hackman’ın yeteneğini “doğal ve dayanılmaz derecede gerçek” olarak nitelendirdi; Hackman ise Coppola için “sinemayı bir sanat formu olarak yeniden tanımlayan biri” dedi. Belki de aralarındaki bu gerilim, yaratıcı bir ateşin kıvılcımıydı. Hackman’ın Coppola ile geçirdiği o yoğun süreç, onun kariyerinde farklı bir katman açtı; daha introspektif, daha kırılgan rollerin kapısını araladı.
Hackman ve Coppola’nın ilişkisi, bir yönetmen-oyuncu dinamiğinden çok daha fazlasıydı. Bu, iki sanatçının birbirine meydan okuyarak, sınırlarını zorlayarak ortaya koyduğu bir miras oldu. The Conversation, bugün hâlâ sinema okullarında incelenirken, Hackman ile Coppola’nın o kısa ama derin iş birliği, sanatın tutku ve çatışmadan nasıl doğabileceğini kanıtlıyor.
****
Yine Unforgiven ile 1992’de ikinci Oscar’ını aldığında, acımasız şerif “Little Bill” Daggett rolünde, kötülüğün sıradanlıkla nasıl iç içe geçebileceğini gözler önüne serdi. Hackman, her rolünde insanı anlamaya çalıştı; kahraman da olsa, kötü adam da olsa, ona bir derinlik, bir insanlık kattı.
Superman’deki Lex Luthor’uyla çapkın bir zekâyı, The Royal Tenenbaums ile ailevi yaraları, Hoosiers ile ise umudu ve azmi temsil etti. Kariyeri boyunca 80’den fazla filmde yer aldı, ama o hiçbir zaman spot ışıklarının adamı olmadı. 2004’te oyunculuğu bırakıp New Mexico’nun sakinliğine çekildiğinde, bu karar bile onun kişiliğini yansıtıyordu: Şöhret peşinde değil, kendi huzurunun peşinde bir adam.
Şimdi, Gene Hackman’ın eşi Betsy Arakawa ve köpekleriyle birlikte bu dünyadan ayrıldığı haberi, kalbimizi bir kez daha kırıyor. Ölüm nedenleri henüz belirsiz, ama bu trajedi, onun sinemadaki yalnız kahramanlarını hatırlatıyor sanki.
Belki de Betsy ile geçirdiği o sakin yıllarda, kamera önündeki fırtınalı hayatından uzak, gerçek bir dinginlik bulmuştu. Onun filmlerini izleyenler olarak, bize düşen, bu büyük sanatçıyı alkışlarla değil, sessiz bir saygıyla anmak. Çünkü Hackman, her zaman sahnede en çok bağıran değil, en çok hissettiren oldu. Sinemanın devi, artık aramızda değil; ama perdede bıraktığı iz, asla silinmeyecek. Huzur içinde yat, Gene Hackman.
Gene Hackman kimdir?
Gene Hackman, tam adıyla Eugene Allen Hackman, 30 Ocak 1930 tarihinde ABD'de doğdu. İki Oscar ödülü bulunan aktör 1956 yılında oyunculuk kariyerine başladı ve 2004 yılında emekli olana dek 60 yıl boyunca sinema dünyasında aktif olarak yer aldı.
Kariyeri boyunca iki Oscar, iki BAFTA, dört Altın Küre ve bir Ekran Oyuncuları Derneği Ödülü kazandı. En bilinen rolleri arasında "The French Connection" (1971) filmindeki Jimmy "Popeye" Doyle karakteri ve "Unforgiven" (1992) filmindeki "Little" Bill Daggett karakteri de bulunuyor.
Hackman, 2004 yılında oyunculuktan emekli olduktan sonra, Daniel Lenihanile birlikte "Wake of thePerdido Star" (1999), "JusticeforNone" (2004) ve "Escape fromAndersonville" (2008) gibi tarihi kurgu romanları kaleme aldı. Ayrıca, "Payback at Morning Peak" (2011) ve "Pursuit" (2013) adlı romanları da yazdı. Hackman, 1991 yılında klasik piyanist Betsy Arakawa ile evlendi ve çiftin 3 çocukları oldu.