Gün geçmiyor ki ülkemizin dört bir yanından sağlıkta şiddet haberleri gelmesin! Özellikle devlet hastaneleri bu tür görüntülere sahne oluyor. Hasta yakınları hastane basıyor, içeriye girip terör estiriyor. Doktorlar, hemşireler ve sağlık personeliyle kavga ediyor. Daha da kötüsü insanlıktan uzak magandalar cinayet işleyebiliyorlar. Beyaz önlüklere bulaşan hasta kanları bu kez bizzat sağlıkçı kanına dönüşüyor. Hastanelerimizin dört bir yanı “Sağlıkta şiddete hayır!” pankartlarıyla donatılmış biçimde.
Eskiden görmediğimiz bu manzaralar son yıllarda niye çoğaldı? Dünyamız, adına kibarca “Küreselleşme” denen insanlığın baş belâsı neoliberalizm dalgasına girince istenmeyen görüntüler eskilerin deyimiyle vakayı adiye haline dönüştü. Kendine “liberal sol” adını takan ve olaylara sınıf gözlüğü yerine etnik, mezhepsel hatta cinsel ayrımlarla bakanların yorumlarıyla konunun aydınlanması olanaksız.
Gelin sınıfsal açıdan bu sorunumasaya yatıralım; inceleyip irdeleyelim. Milton Fredmanadlı ekonomist,neoliberalizme esas olan teorisini faşist diktatör Pinoşe’nin Şili’sinde gerçekleştirdi. Şili, 1973’ten 1990’a kadar ülkeyi yöneten Pinoşe’nin desteğiyle neoliberalizmin labaratuvarına dönüşmüştü! Bu belâ Şili’den Reagan’ın ABD’sine, oradan da Margaret Teçır’ın Birleşik Krallığı’na uzandı.
Türkiye neoliberalizmle Demirel’in Başbakanlığında, DPT ve Başbakanlık Müsteşarlığına getirilen Turgut Özal’ın öne çıkardığı 24 Ocak 1980 kararlarıyla tanıştı. Buna göre tarımsal destekler kesilecek, işçi ve memur ücretleri dondurulacak ve ne kadar KİT (Kamu İktisadi Teşekkülü) varsa özel sektöre satılacaktı. Olayın gerçek yüzünü gören Bülent Ecevit “Bu ekonomik modelle demokrasi bir arada yürümez” demişti. Nitekim yedi ay sonra faşist Kenan Evren, CIA desteğiyle 12 Eylül 1980 darbesini gerçekleştirdi. Özal Nakşibendî tarikatına mensuptu. 1977 seçimlerinde MSP’den (Milli Selamet Partisi) İzmir Milletvekili adayı olmuştu. Darbeyi gerçekleştiren cunta başta Necmettin Erbakan olmak üzere tüm MSP yöneticilerini tutuklamıştı. Özal hariç! Tam tersine Özal, Ekonomiden Sorumlu Başbakan yardımcılığına getirilmişti. İlk kez faşist diktatör Pinoşe’nin Şili’sinde uygulanan neoliberalizm şimdi faşist Evren’in Türkiye’sinde sahne alacaktı!
Önce tarımdan devlet elinin çekilmesi gerekiyordu. Türkiye “kendisine yeterli yedi dünya ülkesinden biri” olarak tanınıyordu. Ülke tarım ve hayvancılığını başta ABD olmak üzere dünya sermayesine açmak gerekiyordu.Bunun için tarım alanlarını küçültmek ve üretimi azaltmak amaçlandı. Ekonomist sıfatlı köşe yazarları köylü nüfusunu kentlere yöneltme kampanyası açtılar. Bunlara göre Türkiye’de köylü bir yıl içinde sadece otuz yedi gün çalışıyordu! Hemen Dünya Bankası ve İMF harekete geçti. “Doğrudan Gelir Desteği” adı altında tarlasını ekmeyenlere karşılıksız para vermeye başladılar. Ülkenin dört bir yanında Ziraat Bankası önlerinde bu fırsatı kaçırmayanların oluşturduğu kuyruklar görülüyordu. Köyler hızla boşalıyordu. Artık İstanbul, Ankara, İzmir gibi metropol kentlerin çevreleri köyden gelenlerin kurduğu sağlıksız yerleşimlerle tanışıyordu. Gelenler köylü kimliğini çabucak yitiriyor ama bir türlü kentli olamıyorlardı. Berberlik, marangozluk, musluk tamirciliği ne derseniz deyin bir meslekleri yoktu. Fabrika olmadığı için işçi olma şansları da çok azdı. Geride bomboş tarlaları bırakarak metropol içinde kaybolmuşlardı. Bunlara sol jargonda lümpen proleterya deniyordu. Tarımsal üretim düşmüş, Türkiye kendine yeterli yedi tarım ülkesinden biri olma niteliğini yitirmişti. İlerdeki günlerde Kanada’dan mercimek, Ukrayna ve Rusya’dan buğday, Arjantin’den, Sırbistan’dan canlı hayvan ve et satın alacaktık.
3 Kasım 2002 seçimlerinde AKP (Adalet ve Kalkınma Partisi) iktidara geldi. Erbakan’ın Millî Görüş ilkesinde kopan ve ABD ile anlaşan bir kadroydu gelenler. Maliye Bakanı Kemal Unakıtan seksen yıllık birikimin fabrikalarını, limanlarını her türlü KİT’i “Babalar gibi satarım” diyordu.Ve sattılar! AKP yirmi üç yıldır iktidarda. Türkiye’nin ekili tarlalarında beton binalar yükselirken tarımsal üretim her geçen gün azalıyor. Çiftçilerin yaş ortalaması altmışın üstünde artık.
Yüz yıllık Cumhuriyetimizde görülmeyen manzaralara tanık oluyoruz. Gelir dağılımındaki adaletsizlik dünya ölçeğinde rekorlar kırıyor. Bunun sosyolojik olarak yansıdığı ilk alan sınıflar arasındaki çelişkidir. Orta sınıf fiilen tasfiye edildi. Emekliler açlıkla savaşıyor. Nüfusun çok az bir bölümü milli gelirden en büyük payı alıyor. Alt sınıfların refah payı yok artık! Devlet öğrencilere bir öğün yemek bile veremiyor! Tasfiye edilen orta sınıfla alt sınıflar eğitim ve sağlık hizmetlerinden yararlanamıyor. Özel okul sahipleri Milli Eğitim Bakanı, özel hastane sahipleri Sağlık Bakanı, turizm şirketi sahipleri de Turizm Bakanı oldular!
Devlet hastaneleri bu adaletsizlikten payını alan kurumların başında geliyor. Göz, kulak boğaz burun, iç hastalıkları, ortopedi, kalp ve kanser tedavisi gören hastalar randevu alamıyorlar. Bu kez tamamı acil servislerine doluşuyor. İşte curcuna burada başlıyor. Bu kadar kalabalığa hizmet edecek eleman yok! Sağlık personeli oradan oraya kan ter içinde koşuşuyor. Aldıkları asgari ücret veya bir üstünde. Ev kirası, doğal gaz, elektrik, su faturaları kabarık. Gelen hastaların ne kadarı bu durumu takdir ediyor bilinmez. Personel de evdeki kavganın, ekonomik bunalımın acısını hastadan çıkarırcasına hoyrat ve kaba davranıyor. Bunun yerine sendikasına üye olarak sınıfsal kavga vermeyi kaç tanesi yeğliyor? Bilinmez. Yaşamının çok önemli bir bölümünü tıp öğreniminde geçiren doktorlar ne yapsın? Onlar da “Giderlerse gitsinler” söylemine uyarak yurt dışına çıkıyorlar.
Özellikle metropol devlet hastanelerinin acil bölümlerinde, düzenin çarkları altında ezilmiş aynı sınıfın insanları her an patlayacak bomba gibi karşı karşıya geliyorlar. Ne hastalarda ne de personelde anlayış ve şefkat duyguları var! Kavgalar ve şiddet için gerekli ortam böyle hazırlanıyor.
Mutlu azınlık mı? Onlar da özel hastanelerde tedavi görüyorlar. Artık hasta yok müşteri var! Açıklanmayan politika da hastaları özel hastanelere yönlendirmek değil mi?