21. yüzyılda, teknolojinin geldiği noktayı, hayatımıza kattığı yenilikler ve faydalar açısından önemsememek mümkün değil, fakat… Bu “fakat” sıradan bir “fakat” değil. İlk cümledeki önermeye, geniş bir parantez açacak denli, kuvvetli bir “ama” önkoşulunu ifade ediyor.

Hemen bir örnek vererek konunun ne kadar ciddi bir aşamaya geldiğini, gözler önüne sermeye çalışacağım: 2018 yılında 35 yaşındaki Akihiko Kondo adlı bir Japon, Hatsune Miku adındaki bir hologram ile evlendi. Yanlış okumadınız, çoğunuz, özellikle yapay zekâ (YZ) uygulamaları ile ilgilenenler, bu olaydan haberdardır muhtemelen.  Akihiko, 17300 dolara mal olan bir düğün töreni düzenledi. Son derece şık beyaz bir smokin giyinerek, elinde, gelin olan Hatsune Miku’nun oyuncak bebeği ile düğün salonuna gelen Akihiko’nun, törene, annesi ve ailesi gelmese de 40 kişilik bir davetli grubu katıldı. Düğün töreninde, gerçek bir evlilik töreninde olduğu gibi, oyuncak bebek Hatsune’in parmağına kuyumcudan aldığı yüzüğü takan ve tören sonunda, eşine evlilik yemini eden damada, hologram uygulamasının yaratıcısı “Crypton Future Media” şirketi tarafından bir de evlilik sertifikası verildi. Şirket, Akihiko gibi hologram figürlerle evlilik yapan 3700 kişiye, daha önce de evlilik sertifikası verdiğini açıkladı.

Akihiko ile yapılan bir röportajı, YouTube kanalında izledim. Röportaja, bir okulda yöneticilik yapan Akihiko’nun, evden iş yerine ve işyerinden eve gelen bir günlük süreç içerisinde, hologram eşi Hatsune Miku ile olan iletişimini aktaran görüntüler eşlik ediyor. Hologram Hatsune Miku, zaman içerisinde, eşi Akihiko’yu yüz mimiklerinden ve konuşmasındaki aksanından tanıyor. Onunla sohbet ettikçe, eşinin nelerden hoşlanıp, nelerden hoşlanmadığını, alışkanlıklarını öğreniyor, Akihiko, dertleşmek istediğinde onu dinleyip teselli ediyor. Öyle ki cam bir kavanoza benzeyen şeffaf kutu içeresindeki hologram Hatsune Miku, kusursuz bir iyi eş rolünü uygulamak üzere programlanmış; sabahleyin “Günaydın canım,” diyerek eşini uyandırıyor, onunla biraz sohbet edip, işine uğurluyor, iş yerinde Akihiko, Hatsune’ye “Özledim seni,” diye mesaj gönderiyor, işten çıktıktan sonra Akihiko “İşten çıktım, birazdan evde olacağım,” diyor, Hatsune “Tamam canım, bekliyorum,” diyerek, otomatik olarak evin ışıklarını açıp, eşini beklemeye başlıyor… Merak edenler, YouTube’dan devamını izleyebilirler!

Röportajı yapan muhabir, Akihiko’ya “Bu akıl almaz durum sizce normal mi? Peki, ya seks hayatınız?” diye sorunca, genç Japon adamı, tereddütsüzce “Benim için son derece normal, yıllar önce bir kadın tarafından saldırıya uğradım ve depresyona girdim, bu süreçte beni iyileştiren hologram Hatsune’nin varlığı oldu, Hatsune benimle kavga etmez, beni aldatmaz, asla yaşlanmaz ve hiç ölmez, sekse gelince, bizim aramızda bir tür fiktoseksüellik (kurgusal karakterlere romantik veya cinsel bir çekim duyma durumu) var, geceleri oyuncak bebek Hatsune ile uyuyorum, dünya nasıl eşcinselleri tanıyorsa, fiktoseksüelliği de aynı şekilde tanımalı” diyerek son noktayı koyuyor…

2000’li yılların başından beri geldiğimiz son nokta bu değil. Teknoloji şirketleri, bir süredir, tıpkı insana benzeyen ve yine tıpkı insan gibi algılayıp cevap verebilen, sohbet edebilen, fikir yürütebilen, ev işlerini yapmaktan, günlük işleri organize etmeye kadar bir dizi işlevi yerine getiren robotlar üretiyorlar. Bunlar bir süredir, dünya teknoloji fuarlarında gösterime sokulmuş durumda.

Teknolojik gelişimin ulaştığı bu evrenin, beni neden korkuttuğunu açıklamak istiyorum: İnsanı insan yapan en önemli faktör sadece bilişsel değil aynı zamanda sosyo-psikolojik yapısıdır. İnsan denilen canlı türünden, sosyalleşme ve psikolojik duyuş/davranış mekanizmalarını çıkardığınız zaman, geriye, yalnızca bilişsel yetileri olan, robotik varlıktan başka bir şey kalmaz.

Oysaki dünya ile ilk ilişkimizi, annemizin göğsüne yaslanarak, kokusunu içimize çekerek yani tensel temasla öğreniriz. Dokunmadan, hissetmeden büyüyen çocukların gelişim süreçlerinin nasıl bozulduğunu hatta hayatta kalamadığını kanıtlayan birçok araştırma var. Bu konuda, halen insanlığın vicdanını kanatan, tarihten iki olayı örnek göstermek istiyorum.

Frederick II'nin deneyi (13. Yüzyıl): Alman İmparator Frederick II, bebeklerin dil yetisini doğuştan mı geliştirdiğini yoksa çevresel etkilerle mi öğrendiğini anlamak için bir deney yapar. Yeni doğan bebekleri, bakıcıların fiziksel ihtiyaçlarını karşılayarak büyütmesine izin verir, ancak onlarla konuşmalarını veya duygusal temas kurmalarını yasaklar. Deneyin amacı, çocukların "doğal dilinin" ne olacağını anlamaktır (Yani Latince mi, Arapça mı, yoksa başka bir dil mi konuşacaklarını görmek istemiştir). Ancak bu çocuklar sevgi ve sosyal temas olmadan büyüdükleri için kısa süre içinde ölürler. Deney, duygusal bağın ve sevginin bir çocuğun hayatta kalması için temel olduğunu dramatik bir şekilde göstermiştir.

Romanya yetimhaneleri ve 20. Yüzyıldaki araştırmalar: 1980'lerde, Romanya'daki yetimhanelerde büyüyen çocuklar üzerine yapılan araştırmalar, duygusal ve fiziksel temas eksikliğinin, çocukların beyin gelişimi üzerinde yıkıcı etkiler yarattığını ortaya koymuştur. Romanya Devlet Başkanı Nikolay Çavuşesku rejimi altında binlerce bebek, kalabalık yetimhanelerde, minimal bakım ve hiçbir duygusal etkileşim olmadan büyümüştür. Bu durum sonunda görülmüştür ki çocukların beyin gelişimi geri kalmış, IQ seviyeleri düşük çıkmış, sosyal ve duygusal bağ kurma yetenekleri zarar görmüş, sevgi ve insan teması olmadan büyüyen çocuklarda bağlanma bozuklukları, öfke sorunları ve duygusal yoksunluk sendromları gelişmiştir.

Her iki araştırma da sevgi ve fiziksel temasın, çocuk gelişimi için yiyecek ve barınma kadar hayati olduğunu kanıtlamıştır. Bu deneyler, annelik ve bakım veren kişiyle kurulan bağın, bir çocuğun sağlıklı büyümesi için vazgeçilmez olduğunu göstermektedir. Fiziksel ihtiyaçlar karşılanmış olsa bile, sevgi ve dokunuş olmadan büyüyen çocuklar ya büyük psikolojik hasarlar almış ya da hayatta kalamamıştır.

Bugün psikoloji ve nörobilim, erken çocukluk döneminde, ebeveyn sevgisinin ve dokunmanın beyin gelişimi üzerindeki kritik rolünü kabul etmektedir. Bu alanda çalışma yapmış, en ünlü psikologlardan biri Abraham Maslow’dur (1908-1970). Maslow, insan psikolojisine insancıl bir bakış açısı getiren Amerikalı bir psikologdur. Kendisini insan motivasyonunu anlamaya adamış ve en çok "İhtiyaçlar Hiyerarşisi" teorisiyle tanınmıştır. Maslow’a göre, insanlar belirli aşamalardan geçerek kendi potansiyellerini gerçekleştirmeye çalışırlar.

Maslow’un geliştirdiği hiyerarşi, insan ihtiyaçlarını beş basamakta açıklar:

  1. Fizyolojik İhtiyaçlar: Yemek, su, uyku, nefes almak gibi temel hayati gereksinimler.
  2. Güvenlik İhtiyacı: Barınma, sağlık, fiziksel ve ekonomik güvenlik.
  3. Ait Olma ve Sevgi İhtiyacı: Aile, arkadaşlık, romantik ilişkiler ve sosyal bağlar.
  4. Saygı ve Değer Görme İhtiyacı: Bireyin başkaları tarafından takdir edilmesi, özgüven kazanması.
  5. Kendini Gerçekleştirme İhtiyacı: Kişinin potansiyelini en üst düzeye çıkarması, yaratıcı ve üretken olması.

Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde sevgi, dokunma ve sosyalleşme insanın psikolojik/biyolojik gelişimi için vazgeçilmezdir. Dokunma ile başlayan sevgi bağı, sosyalleşme ile güçlenir ve bireyi güçlü bir kimlik inşa etmeye yönlendirir. İnsan olmanın temelinde, topluluk içinde var olma isteği yatmaktadır. Sosyalleşme, bireyin toplumda bir yer edinerek, kendini anlamlandırmasını sağlar. Aile bağları, arkadaşlık ilişkileri ve topluluk içindeki yerimiz kim olduğumuzu belirler. İnsanlık tarihine baktığımızda, dayanışma içinde olan toplumların ayakta kalıp geliştiğini, bireysel yaşam süren toplulukların ise uzun vadede yok olduğunu görürüz.

Keza, iş dünyasında yapay zekâ ve otomasyonun yaygınlaşması; birçok sektörde insan gücüne duyulan ihtiyacı azaltmakta, uzaktan çalışma olanaklarının artması, bireyleri fiziksel iş ortamından koparmakta, mesai arkadaşlarıyla etkileşimi minimuma indirmektedir. Pandemi süreciyle birlikte hızlanan bu dönüşüm, birçok şirketin YZ destekli sistemlere yönelmesine neden olmuş, bireylerin ofis ortamındaki sosyal etkileşimleri azalmıştır. Kendi işini kuran ya da serbest çalışan bireylerin sayısı arttıkça, iş yerinde sosyal bağlar kurma şansı da giderek azalmaktadır.

Görünen o ki YZ destekli kişisel asistanlar, sohbet robotları ve sanal arkadaşlık uygulamaları, insanlara daha az sosyal çaba sarf ederek iletişim kurma imkânı sunuyor. Böylece bu süreç, aynı zamanda, bireylerin yalnızlığını artırıyor. İnsanların, birbirleriyle yan yana gelmeden, temas etmeden ve yüz yüze iletişim kurmadan yaşamlarını sürdürebilmeleri, uzun vadede sosyal bağların zayıflamasına/bireylerin içine kapanmasına/psikolojik dengesinin bozulmasına neden olan riskleri de beraberinde getiriyor. 

O halde, robotlar, sanal ortamlar ya da hologramları aile üyelerimizle, arkadaşlarımızla ya da iş arkadaşlarımızla değiş tokuş etmeye devam mı edeceğiz? Ya da soruyu şöyle sorayım; böyle bir gidişata, daha şimdiden dur dememiz gerekmiyor mu? Eğer, bu süreci engellemezsek, birkaç on yıl içerisinde, artık çok geç kalmış olabiliriz… Bu nedenle, kendimizi, her zamankinden çok dışarıya atmaya ve etrafımızdaki bireylerle anlamlı ilişkiler kurmaya ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Aksi takdirde, YZ ürünü sanal uygulamaların duygusuz, temastan uzak ve gayri insani dünyasına teslim olacağız. İşte, “dijital çağı”, “dehşet çağı” yapacak olan budur.

Eğer, insan türünün yok oluşu, nükleer savaşlar ya da bir asteroidin yeryüzüne çarpması sonucu olmayacaksa, yapay zekanın bizi asosyalleştiren, gerçeklikten kopararak sanal dünyaya hapseden, yalnızlaştıran, psikolojik yıkıma sürükleyen ve sonunda yaşama amacımızı kaybetmemize sebep olan hükümranlığı yüzünden olacaktır. Bu bağlamda, şu an dünyada, iki büyük savaş türünün hâkim olduğunu gözlemliyoruz: silah tüccarlarının ve baronlarının yürüttüğü ilkel savaşlar ile teknoloji tekellerinin yürüttüğü modern savaşlar! Kısacası, orta ve alt sınıf halkların geleceği için tasarlanan senaryolar “ölümlerden ölüm beğen” seçeneğine dayanıyor.

Ne var ki, biz sıradan bireyler ya da halklar, hiçbirini seçmeğe mecbur değiliz ya da mecbur olduğumuzu hissetmemeliyiz. Henüz, yerküre, bizim yerimize düşünen YZ uygulamaları ile istila edilmemişken, “insanın var oluşsal anlamını önceleyen” bir amaç çerçevesinde, dayanışmayı örgütleyen platformlarda, seçkinci ve ayrıştırıcı tavırlardan uzak, kimlik politikası gütmeyen kapsayıcı/kucaklayıcı bir yaklaşımla, geleceğimize/insanlık onuruna sahip çıkarak, bu “dehşet çağı senaryosuna” mahkum olmaktan kurtulabiliriz… Çünkü, son günlerde, slogan haline gelen deyişteki gibi “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber, ya hiçbirimiz!”