Nesnel gerçekliğin erozyonu
Bir zamanlar insan, dünyayı anlamak için gözlerini göğe çevirirdi. Bugün başını öne eğiyor; ekranına. Dijital çağın insanı, sadece ara sıra başını kaldırarak, adeta ışıklı bir dikdörtgenin içinde yaşıyor. O dikdörtgen artık yalnızca bir cihaz değil; bilincin uzantısı, duyguların biçimlendiricisi, hatta hakikatin aracısı haline geldi. Görmek, dokunmak, hissetmek gibi doğrudan deneyimler yerini görüntüye, imaja, sese ve sanal temasa bıraktı. Bu bağlamda; dijital dünya tüm değer yargılarımızı ve paradigmaları alt üst edip dönüştürürken ve bu süreçte görülmemiş bir yıkıma da uğratırken, içinde yaşadığımız gerçek Dünya’ya adeta bir meteor çarptı desek, abartmış sayılmayız herhalde!
Bu dönüşüm, teknik bir ilerleme olmanın çok ötesinde felsefi bir kırılmadır. Çünkü insanın varlıkla bağı yani “orada olma” hali (Heidegger’in Dasein kavramı) artık doğrudan değil, dijital aracıların filtresinden geçerek kuruluyor. Birey, kendi hakikatini değil, kendisine sunulan “hakikati” deneyimliyor. Ve işte tam da burada, çağımızın en büyük krizi başlıyor:
İletişimin görülmemiş biçimde çoğaldığı bir dünyada, nesnel gerçekliğin algılanmasında erozyon yaşanması!
Nesnel gerçekliğin yani “hakikatin tarihsel yolculuğunu” anlatmadan önce, hakikat nedir sorusuna kısa ama anlamlı bir yanıt vermek gerekir, çünkü bu kelime her çağda aynı anlama gelmemiştir. Hakikat, insanın kendisiyle ve dünyayla kurduğu en dürüst ilişkidir. Bir şeyi olduğu gibi görmek, söylemek ve kabul edebilme cesaretidir. Ama bu tanım, tarih boyunca hiç sabit kalmamıştır.
Antik Yunan’da hakikat, “aletheia” kelimesiyle karşılanırdı; anlamı, “gizlenmiş olanın açığa çıkmasıdır.” Yani hakikat, bir şeyi icat etmek değil, zaten orada olanı görmektir. Orta Çağ’da hakikat, “Tanrı’nın emri” ile özdeşleşti. Aydınlanma Çağ’ında aklın ışığında yeniden tanımlandı: Artık hakikat, dogmanın değil düşüncenin ürünüydü. Modern çağda ise, ne yazık ki, hakikat çoğu zaman “algı” ile karıştırılır oldu; bugün, sosyal medyada gördüğümüz her şey bir hakikat iddiası taşıyor, ama çok azı gerçeği yansıtıyor. Bu yüzden, şunu sormalıyız: Nesnel gerçekliğin, manipüle edilmiş algılara kurban edilmesini nasıl önleyebiliriz?
Hakikatin bedeli
Antik Yunan
Sokrates (MÖ 470–399): Atina’nın taş sokaklarında, kimseye benzemez bir adam dolaşırdı. Ayağında sandalet yoktu çoğu zaman. Üzerinde sade bir tunik. Ama ağzından dökülen her cümle, Atina’nın duvarlarını sarsardı. İnsanlara bilgi öğretmezdi; bilmediklerini fark ettirirdi, “Ben sadece bilmediğimi biliyorum” derken, aslında hakikatin temeline dokunuyordu.
Bir gün, Atina Mahkemesi’nde kendisine şu suçlamalar yöneltildi: “Gençleri yoldan çıkarmak, tanrılara inanmamak ve düzeni bozmak.” Hakikati söylemek, o günlerde de düzeni bozmaktı. Sokrates savunmasında dedi ki: “Ben Tanrı’nın Atina’ya gönderdiği bir at sineğiyim. Sizleri uyandırmak için ısırıyorum.”
Ona göre hakikat, herkesin içinde ama farkında olunmayan bir bilgiydi. “Sorgulanmamış hayat yaşanmaya değmez” diyerek düşünce özgürlüğünün temelini attı. Hakikati söylemekten vazgeçmedi ve kendisini bundan vazgeçirmeye çalışan mahkeme tarafından mahkûm edilerek; hakikati söylemekten vazgeçmek yerine baldıran zehri içerek ölmeyi seçti. Böylece, “hakikat uğruna ölen ilk filozof” olarak tarihe geçti.
Platon (MÖ 427-347): Sokrates’in öğrencisi Platon, hocasının ölümünden sonra “hakikati görme” üzerine düşündü. Ünlü “mağara alegorisinde”, insanları duvara yansıyan gölgelere bakan mahkûmlara benzetti. Gölgeyi gerçek sanan insan, hakikatten kopmuş insandır. Hakikat, mağaradan çıkıp güneşin göz kamaştıran ışığına bakmayı gerektirir. Ama o ışığa bakanlar, her çağda azınlıktadır. Çünkü hakikat, göz kamaştırır; konforu bozar. Ve insan çoğu zaman, yalanın sunduğu konforu, acı bir gerçeğe tercih eder.
Aristoteles (MÖ 384-322): Platon’un öğrencisi Aristoteles, hakikati gökyüzünden yeryüzüne indirdi. Ona göre hakikat, soyut idealar âleminde değil, neden-sonuç ilişkilerinde gizliydi. Nesnel gerçeklik arayışını, gözleme ve mantığa dayandırdı. Hakikat artık sadece bir inanç değil, araştırılabilir bir olguydu. Onun “altın orta yol” dediği ölçülülük anlayışı, bugün bile geçerliliğini korur. Ne fanatik inanç ne de boş kuşku… Hakikat, dengeyi bulmaktır.
Diogenes (MÖ 412-323): Bir de bu kez elinde fenerle dolaşan bir adam vardır; Diogenes. Bir sabah gün doğumunda, elinde yanan bir fenerle kalabalığa seslenir: “Bir insan arıyorum!” Saraylardan, pazar yerlerinden, tapınaklardan geçer ama bulamaz. Onun aradığı insan, dürüst olandır. Parayla, ünle, iktidarla kirlenmemiş olandır.
Büyük İskender, bir gün Kinik filozofu görmek ister. Onu bir fıçıda otururken bulur ve sorar: “Benden bir dileğin var mı, ey filozof?” “Evet,” der Diogenes. “Gölge etme, başka ihsan istemem.” Bu cümle, sadece bir meydan okuma değil, bir çağrıdır. Hakikatin, iktidarın gölgesinde solduğunu fark eden ilk felsefi çığlıktır bu.
Antik Yunan filozofları bize bir şey öğretti: Hakikat ne Tanrı’nın ne de bir kralın buyruğudur. O, sorgulayan insanın bilgisi, analiz-kavrayış yeteneği ve tecrübesi ile ölçülebilir ya da anlaşılabilir bir olgudur.
Orta Çağ
Giordano Bruno (1548–1600), Rönesans ile Orta Çağ arasında bir köprüydü. Evrenin sonsuz olduğunu, Dünya’nın merkezde olmadığını savundu. Bu düşünceleri “Tanrı’yı evrenin tümünde görmek” anlamına geliyordu. Engizisyon tarafından “küfür” suçlamasıyla yakıldı. Ölürken söylediği son sözler şuydu: “Korktuğunuz bu yargıyı ben sizden daha fazla korkmadan karşılıyorum.”
Galileo Galilei (1564–1642), teleskopuyla gökyüzüne baktı ve “Dünya dönüyor” dedi. Katolik Kilisesi’ne karşı bu cümle, hakikat uğruna bir isyandı. Engizisyon baskısıyla sözlerini geri almak zorunda kaldı, ama bilimsel yöntemlerin temellerini attı. Rivayete göre, mahkeme salonundan çıkarken mırıldandı: “Yine de dönüyor.”
Aydınlanma Çağı
Voltaire (1694–1778), düşünce özgürlüğü davasının sembolüydü. “Söylediklerinize katılmıyorum ama onları söyleme hakkınızı sonuna kadar savunurum” sözüyle meşhur oldu. Kralların, kilisenin ve cehaletin karşısına aklın gücüyle dikildi. Defalarca sürgün edildi, ama yazmaktan vazgeçmedi.
Denis Diderot (1713–1784), “Ansiklopediyi” yayımlayarak bilgiyi kilisenin tekeline karşı halka ulaştırdı. Bu dev proje nedeniyle tutuklandı. Diderot’nun çabası, hakikatin halka açılması anlamında bir devrimdi.
Jean-Jacques Rousseau (1712–1778), hakikati toplumsal düzende aradı. “Toplum sözleşmesiyle” insanların özgürlüğü ve eşitliği üzerine yeni bir hakikat önerdi. Aydınlanma düşüncesi içinde bile dışlandı; ama fikirleri Fransız Devrimi’ni tetikledi.
Modern Çağ
Albert Einstein (1879–1955), bilimsel hakikati savunurken, insan hakları konusunda da sesini yükseltti. Nazi Almanya’sına karşı çıktı, savaş karşıtıydı. Bilimin, insan vicdanından ayrı olamayacağını savundu; “Hakikat, otoriteye değil, gözleme dayanır.”
Hannah Arendt (1906–1975), totalitarizmin yükselişini analiz ederken, “hakikatin siyasetteki kaderini” sorguladı. “Kötülüğün sıradanlığı” kavramıyla insanın düşünmeden itaat ettiğinde nasıl zalimleştiğini ortaya koydu. Onun mücadelesi, modern çağın “yalan rejimlerine” karşı bir vicdan savaşıydı.
Edward Snowden (1983–), ABD istihbaratının gizli gözetleme programlarını ifşa etti. Hakikat uğruna kişisel özgürlüğünü kaybetti. Günümüzde dijital çağın “Sokrates’i” olarak anılır: “Hakikat söylendiğinde, dünya bir daha eskisi gibi olmaz.”
Bu çağda, yani günümüzde ise nesnel gerçeklik, bunca iletişim imkanlarına rağmen hala manipüle ve tahrif ediliyor. Üstelik, geçmişe kıyasla, çok daha geniş kitleler, algı ile, çok kısa sürede yönlendirilebiliyor. Günümüzde, nesnel gerçeklik; dikkat çeken bir olgu karşısında önemini kolayca yitirebiliyor, çünkü; bir haberin nesnel gerçekliği sorgulanmadan, “kaç paylaşım ya da ne kadar etkileşim aldığına” dikkat ediliyor.
Fransız düşünür Jean Baudrillard bu süreci “simülasyon çağı” diye adlandırmıştı (1981).
Baudrillard’a göre insanlık artık “gerçekliğin temsilini” değil, “temsilin gerçeğini” yaşıyor.
Yani bir olayın kendisinden çok, o olayın nasıl gösterildiği yaşanıyor. Deprem bir felaketten çok bir “video içeriği,” savaş bir trajediden çok “akışta izlenen bir canlı yayına” dönüşüyor.
Bu, salt estetik bir sorun değil, aynı zamanda ontolojik bir çöküştür. Çünkü insan, kendi gerçekliğini temasla değil, yansımayla kurduğunda, artık nesnel gerçekliğin ötesinde, yapay imgeler dünyası içinde yaşar. Bu nedenle dijital çağ, yalnızca bilgi çağının değil, yanılsama çağının da adıdır.
Burada temel soru; bu hızla, yani yanlış bilginin çok büyük süratte, geniş kitleleri manipüle edebilme gücü karşısında ne yapılmalıdır? Gerçekliğin nesnelliğini sorgulamak, tartışmak ve gerçekliğe en yakın şekilde algılanmasını sağlamak epey bir emek, enerji, zaman, kaynak ve beceri gerektirir zira… Ve bu soru yeterince uzun süre cevaplanmadan kalırsa ya da umursanmazsa; ileriki on yıllarda, o “dünyayı umursamayan ve apolitik duruşuyla” çok eleştirdiğimiz “Z kuşağını” dahi mumla aratan, nesnel gerçeklikle tamamen bağlarını koparmış garabet nesillere hazır olalım derim…
Nesnel gerçekliği savunmak uğruna Sokrates öldü. Aristoteles onun yöntemle bulunacağını savundu. Diogenes onu fenerle aradı. Ve biz bugün hâlâ o fenerin ışığında yolumuzu bulmaya çalışıyoruz. Ancak “hakikat” hâlâ tehlikeli, çünkü yalanın, riyanın, sahteliğin, yapmacıklığın ve manipülasyonun tam karşısında! Bu yüzden, her dönemde olduğu gibi bugün de hakikati savunmak, insan olmanın en onurlu biçimi…