Mehmet KARABEL
Atatürk bu kadar mı güzel anlatılır?
1 Temmuz 2018 Pazar

Bu köşenin aboneleri bilir…

Her Pazar…

Bu köşe Mustafa Kemal Atatürk’ündür…

Yaşamından, az bilinen özelliklerinden, aşklarından…

1000 gün süren evliliğinden…

Hep bu köşede söz ettik, birlikte tazelendik…

Bu kez…

İzmir’in gururu üç liseli gencin kaleme aldığı…
Şahane bir “portre” denemesini…

Sunmak istiyorum…

Özel Tevfik Fikret Okulu 9/B öğrencileri…

Hüma Demirel’i…

Ahmet Gümüş’ü…

Ege Dinler’i…

En kalbi duygularımla kutlayarak…

“Böyledir işte İzmir’in gençleri” deyip…

Okumanızı diliyorum…

Bütünlüğünü bozmadan hafiften kısalttım…

Gençler beni affedecektir…

***

NE BÜYÜK LİDERMİŞ…

Atatürk’ü bir “kahraman” olarak değil de bir “insan” olarak düşündünüz mü hiç? Oysa O, saydığımız tüm üstün niteliklerinin yanında bir “insan”dı… O da bizim gibi banyo yapan, yemek yiyen, pijama giyen, ağlayan, üzülen, gülen, seven birisiydi… Herkes gibi O’nun yaşamında da hırslar, heyecanlar, öfkeler, iniş ve çıkışlar vardı…

Renkli bir kişiliği vardı… Erleriyle sigara içip sohbet eden, köylüyle ayran bölüşen, şekerli kahve içen, fal baktıran, gecelik entarisi giyen, bağdaş kuran sade bir vatandaştı... Yemek seçmez, sofraya gelen her yemeği yerdi… Karnıyarığı, kuru fasulyeyle pilavı, gül reçelini ve kavrulmuş leblebiyi çok severdi…

Arkadaşlarıyla sokaklarda korumasız yürüyen, Lebon’a pasta yemeye, Rejans’a Borç çorbası, Vefa’ya boza içmeye giden, aklına eseni yapmayı seven, özgür ruhlu bir entelektüeldi…

Gramofonunu başucundan ayırmayan, vals ve tangoya bayılan, balolarda genç kızların en gözde kavalyesi olan bir salon adamıydı... Bir iğde ağacının kesilmesine üzülen, bir tayın ölmesine ağlayan, doğayı seven, ulu bir çınarın görkemiyle büyülenen ve bir dalının bile kesilmesine gönlü elvermeyen bu nedenle de o yılların teknolojik olanaklarıyla bir binayı yerinden 4.80 metre kaydırtan bilinçli bir çevreci, insan sevgisiyle dolu bir askerdi… Sık sık Sarayburnu’na giderek halkın arasına karışmayı ve onlarla birlikte müzik dinlemeyi çok severdi…

O’NA “SARI PAŞA” DERLERDİ…

O’na Sarı Paşa derlerdi… Kararlı bir devlet adamı sertliğine ve cesur asker kişiliğine karşın, özel yaşamında çok duygusaldı… Belki de küllenmemiş aşklarıyla geçmişe özlem duyan, sık sık gözleri dolan bir adamdı… Selanik’teki çocukluk aşkını ve Fikriye’yi hiçbir zaman unutamadı… Başka aşklar da yaşadı… O’na neredeyse dönemin bütün kadınları âşıktı… O, genç kızlar için düş kurup özledikleri ve bir türlü ulaşamadıkları beyaz atlı bir prens, mavi gözlü çok yakışıklı bir asker, düşlere giren bir masal kahramanıydı… Atatürk, tüm insanlara değer verirdi; ama kadına ve kadın haklarına verdiği değer kuşkusuz tartışılamazdı… Kadını kadın olarak değil de Avrupalılar gibi insan olarak görürdü… Onların eğitimini önemli bulurdu… Kadınların erkeklerden daha bilgili, daha aydın, daha verimli olmaları gerektiğini söylerdi… Kadınları geri kalmış toplumların uygar olmadığını düşünürdü… Cumhuriyetin ilanından sonra Tarsus’a gittiğinde O’nu karşılayanlar arasında Kurtuluş Savaşı kahramanlarından iri yapılı, yağız çehreli Adile Çavuş da vardı… Adile Çavuş saygı, sevgi ve coşkusundan Atatürk’ün önünde yere kapanır, ağlayarak toprağı öper, “Bastığın toprağa kurban olayım Paşa’m!” der… Atatürk, Adile Çavuş’un elinden tutarak onu yerden kaldırır… “Kahraman Türk kadını! Sen yerlerde sürünmeye değil omuzlar üzerinde göklere yükselmeye lâyıksın...” der ve toplumun anası olarak gördüğü kadını yerden kaldırır…

LATİFE HANIM’LA MUTSUZ OLDU…

O, Türk kadınına örnek olsun diye seçtiği, Sorbon’da eğitim gören modern Latife Hanım’la olan evliliğinde çok mutsuz oldu… Bu evliliği sürdüremeyeceğini anlayınca çaresiz kalıp boşandı, kendini bekarlığa mahkum ederek bir daha evlenmemeye and içti… Eşinden ayrıldığı gün gramofonda Sadettin Kaynak’ın şu şarkısını dinleyip ağladı…

Gördüm seni bir gün yeni açmış güle döndüm.
Coştum, şakıyıp aşk okuyan bülbüle döndüm.
Bak ayrılığın şimdi karanlık kucağında
Bir bağrı yanık, boynu bükük sünbüle döndüm…

Ömrü boyunca evlat özlemiyle yanıp tutuşarak manevi çocuklarıyla avundu… Cumhurbaşkanı oldu; ama mutlu bir aile reisi olamadı…

GERÇEKTEN YALNIZ MIYDI?

O, koyduğu eşyaların yerinin değişmesini sevmeyen, değişiklik yapılacaksa bunu yalnızca kendisinin yapması gerektiğini düşünen birisiydi… O’nun doğasında kendisi seçmek ve düzenlemek, kendi istediği yere koymak vardı… Oysa O, bütün bu değerlerinin arkasında gizlenen, utangaç, ârif, duygulu, seçkin zevkleri ve sanat tutkusu olan, milyonların arasında yaşayan birisiydi… Kimi zaman acı, kimi zaman özlem çeken, kimi zaman ağlayan, kimi zaman pişmanlıklarla sarsılan bir yalnız adamdı… Bazen bir çocukla gülen, köpeğiyle dertleşen, atıyla yalnızlığını paylaşan bir yalnız adam. O, gerçekten yalnız mıydı? Devrim yapan her lider biraz yalnız değil midir? Halkından hiç kopmayan, halkla arasında perde olmasın diye koruma bile kabul etmeyen bir yönetici nasıl yalnız olabilirdi? Çiftlik’ten tohum almaya gelen köylülerle konuşan, şakalaşan bir halk adamı yalnız olabilir miydi?

ATATÜRK ADALETLİ BİR LİDERDİ…

Ne yapmak istediğini çok iyi bilirdi O... Adaletliydi… Başkalarını dinlerdi… Gazete kağıdına sardığı tütünü içmeye çalışırken eli yanan ve bu yüzden de kendisine söven bir köylüyü tutuklayıp yargılayanlara, “Bırakın o adamı, onu mahkemeye vereceğinize doğru dürüst sigara içmesini temin edin…” deyip köylüyü serbest bıraktırmıştı… Hoşgörülüydü… Toplantılarda sık sık görülmezdi; ama toplantıları kendi yaratırdı… Bir halk toplantısında, kendisine “Paşa’m, size diktatör diyorlar, ne dersiniz?” sorusunu yönelten gence, “Ben diktatör olsaydım, sen bana şimdi bu soruyu soramazdın!” yanıtını veren Sarı Paşa akıllı, hazırcevap bir yöneticiydi…

AŞKLARINI İÇİNE GÖMDÜ…

Türk ulusunun Ata’sı, kurtarıcısı, kahramanı, Cumhuriyet’in mimarıydı… Milyonlarca seveni, uğruna öleni, yoluna baş koyanı vardı… Ömrünü ulusuna adadı, yüreğinde hep acıyı taşıdı, özel yaşamında ıssızlığı yaşadı… Aşklarını içine gömdü, baba olamadığı için çok üzüldü…

Bedevi bir falcının kehanetini 26 yıl içinde sakladı ve ondan çok etkilendi… Cumhurbaşkanlığının 15 yıl süreceğini, ne zaman öleceğini çok iyi biliyordu… Savaşta yüz binlerce düşmanla çarpışıp onları yok etti; ama ölmek üzere olan atını vuramadı… Köpeği Foksi ölünce, onun doldurulmuş bedenini görmeye dayanamadı… Yeşile ve maviye tutkundu, kesilen bir ağaç için yas tutardı. Çankaya’dan Meclis’e giden yolun üzerindeki iğde ağacına sanki âşıktı... Bu benim ağacım der, gelip geçerken o ağacı selamlardı… Yol yapımı nedeniyle kesilen o ağaca çok üzülmüştü…

ŞARKILARI DİNLERKEN AĞLARDI…

Şarkılardan fal tutar, aşk ve özlem şarkıları çalınırken ağlardı… Özgür ruhuyla, bazen ortalardan kaybolmak ister, bir sade vatandaş gibi yaşamanın özlemi ve coşkusuyla, otomobilinden inip hareket etmek üzere olan trene atlar, tramvaya binip Beyoğlu’na çıkar; aklına esti mi türkü söyler, coştu mu zeybek oynar, erleriyle güreş tutar, gece yarısı mutfağa inip aşçısıyla omlet ya da yakınlarının pek sevdiği menemene benzer bir yumurta yemeği yapardı… Sofrasında oturup da düşüncelerini söyleyen insanları cesaretli olarak görmez, üstelik söylemeyenlere çok kızardı. Bir şeye karar vermeden önce herkesin düşüncesini alırdı… Florya’da kaldığı günlerde, halkın arasında denize girerdi… Çocuklarla şakalaşır, gençlerle söyleşir, sandala binip saatlerce kürek çekerdi… O’na pencereden el sallayan tanımadığı yaşlı kadınların yalısına sandalını yanaştırıp kahve içmeye giderdi…

TÜRK ULUSUNUN ÖĞRETMENİYDİ…

Bir Adanalı kadar sıcakkanlı; Karadenizli olmamasına karşın, bir Karadenizli kadar cana yakın, bir Aydınlı kadar oturaklıydı… Kısacası O, Anadolu insanının mayasından, onun kumaşındandı… Kendisini Türk ulusunun öğretmeni olarak görürdü… Yakın arkadaşı Behçet Kemal Çağlar’dan, kendisinde gördüğü nitelikleri anlatan bir şiir yazmasını istemişti… Yarım saat sonra şiiriyle dönen ve Atatürk’ün yiğitliği, zaferleri ve devrimlerini bir bir dile getiren ünlü ozana, “Olmamış... Sen benim asıl niteliğimi yazmamışsın… Benim asıl niteliğim, öğretmenliğim, ben ulusumun öğretmeniyim, bunu yazmamışsın…” demişti… Atatürk aslında öğretmen değil, dünyada “Başöğretmen” olarak kabul gören tek liderdi… Bir geometri kitabı yazmıştı… “Üçgen, açı, dikdörtgen …” gibi tam 48 geometri teriminin Türkçe ad babasıydı… Bu yönüyle de Mustafa Kemal, gerçekten bir öğretmendi…

DÜNYA TURUNA ÇIKMAK İSTERDİ…

En büyük düşü bir dünya turuna çıkmak, Türk dili ve tarihi üzerindeki çalışmalarını genişletmekti… Çok çalışkandı… O’nun için çalışma saati diye bir şey yoktu… Yapacağı işi bitirinceye kadar uyumadan, dinlenmeden, yemek yemeden çalışırdı… Uykunun dostu değildi… Zaman zaman geçirdiği kısa hastalıklar bir yana, sabah güneşini görmeden yatağına girmez ve uyumazdı… Uykuda geçirdiği zamana acırdı… Başladığı kitabı çok sevmişse onu bitirmeden uyumazdı… Binlerce kitabı vardı; ama bunlardan birini, Reşat Nuri Güntekin’in “Çalıkuşu” romanını cephede bile başucundan ayırmazdı… Giyimiyle ve ev düzeniyle yakından ilgilenirdi… Gömleklerinin hepsi beyazdı, başka renk gömlek giymezdi… Lacivert kıyafeti hiç sevmezdi… Çok şık giyinirdi… Takım elbiselerinin modellerini hep kendisi çizerdi…

ALÇAK GÖNÜLLÜ AMA UYSAL DEĞİL…

Sabah kahvaltısını yapmak istemez, yataktan kalkar kalkmaz odasındaki divanın üzerine bağdaş kurup oturur ve kahvesini içerdi… Eğri duran eşyaları düzeltmeden rahat edemezdi… Yufka yürekliydi… Gittiği yurt gezilerinde kendisi için kurban edilen hayvanlara bakamaz, böyle durumlarda sırtını dönerdi… Sportmen bir kişiliği vardı… Her gün at biner, yüzmeye gider, kürek çeker ve tavla oynardı. Kısacası spor yapmayı çok severdi… Değişik bir insandı… Alçakgönüllüydü; ama hiç de uysal değildi, sertti… Yaşamı zor olaylarla geçmişti… Her şeyi kazanarak elde etmek ister, hak etmediği hiçbir koltuğa oturmazdı... Yoğurda “yuğurt”, tabancaya “tapanca”, sarhoşa “sarfoş”, derdi… Kendini övenleri ve yağcıları hiç sevmezdi… Lafı uzatanların sözünü “yani” diyerek keser, anlamsız sorulara sinirlenirdi… İlk mecliste, bir oturum sırasında üyelerden birinin “Paşam, laikliğin ne anlama geldiğini anlamadım, anlatır mısınız?” sorusuna çok kızmıştı… Elini kürsüye vurmuş, soruyu soran din bilgini üyeye, “Adam olmak demektir hocam, adam olmak!” diye yanıt vermişti…

“HİÇ AŞIK OLDUNUZ MU PAŞAM?”

Herkese “çocuk” demeyi pek sever, armağan vermeye bayılırdı… Durup dururken odasına çıkar ve çok özel, seçkin, şık eşyalarını sofradaki dostlarına seve seve dağıtırdı… Eli çok açıktı… Kimine kravat, kimine gömlek, kimine kürk hediye ederdi… Sofradakiler bu özel armağanların değerinden çok, Atatürk’ten armağan aldıkları için sevinirlerdi…

Bazen de cimriliği tutardı… Gardırobundaki 15-20 zarif kalpağı arkadaşlarının başına tek tek yerleştirir sonra da “lıh… Veremeyeceğim…” der, kalpaklarını geri alarak yakın arkadaşlarına şakalar yapardı… Her insan gibi düşleri ve aşkları vardı… Bursa’yı ziyaret ettiğinde onuruna bir akşam yemeği verilmiş... Kendisini neşeli ama düşünceli gören davet sahibi Laika Hanımefendi, cesaretini toplayarak Gazi’ye, “Paşam! Af buyurunuz, hiç âşık oldunuz mu? Sevdiniz mi?” diye bir soru yöneltmiş… “Sevmek!… Sevmeye acaba vakit bulabildik mi Hanımefendi? Ömrü, çeşitli mücadeleler içinde geçen, dağ, tepe, dere demeden dolaşan, çadırda, karargâhta ömür süren bir askerin sevmeye vakti kalır mı sizce?” diyerek soruya, soruyla yanıt vermiş... Ardından da “Biz de insanız Hanımefendi! Bizim de çarpan kalbimiz, bizim de his tarafımız var… Yoksa, askeriz diye, bu yönümüzden kuşku mu duyarsınız?” demiş… Bu yanıt da sevmiş, ama çok sevmiş; ancak sevgiyi dilediğince yaşayamayıp içine gömmüş Mustafa Kemal’in, Latife Hanımefendi ile evlenmesinden bir hafta önceki itirafı olmuştu…

Yaşamının her döneminde onurunu duygularından üstün tuttu…

ANNESİNİN ÖLECEĞİNİ HİSSETMİŞTİ…

Çok sık düş görür… Düşlerinin baş kahramanı Zübeyde Hanım’la, gelincik ve ayçiçeği tarlalarında buluşur, ömründe yalnızca bir kerecik giydiği mareşal üniformasıyla anasına kavuşmak için koşup durur, bir türlü ulaşamayıp ter içinde uyanırdı... Düşlerinde annesine ulaşıp onu kucaklayacağı gün, öleceğine inanırdı… Ölümü, Zübeyde Hanım’la randevu gibi düşünürdü… Bazı şeylerin olacağını önceden sezer, gördüğü kötü düşlere üzülürdü… Annesinin ölümünü de düşünde görmüş ve ardından da bu üzücü ölüm haberini almıştı… Ankara’da, sıkça ve gizlice, çiftlik arazisi içinde olan Söğütözü’nde bir kulübeye kapanır, ömründe en sevdiği kadın olan annesi için saatlerce Kur’an okurdu…

GÜZEL İNSANDI, TAM İNSANDI…

Her insan gibi O da ölümlüydü… Doğa O’nu da zamanı gelince alacaktı… Öyle de oldu, 1938 yılının 10 Kasım günü bu büyük insan, bu güzel insan aramızdan ayrıldı… Biz, bu ölüme hazır değildik kuşkusuz, o nedenle inanamadık... Bu ölüme bizim gibi başka uluslar da uzun süre inanamadı. Kimi uluslar bunu derinliği ölçülemez büyük bir kayıp büyük bir acı olarak gördü… Kimileri onun ölümünden sonra dünyayı eskisi kadar enteresan bulmadı. Kimileri ise Doğu’nun Ata’sının kaybolduğunu, bir güneşin battığını söyledi… Yakasını ölümden kurtaramayan Ata’mızın o uğursuz ölüm haberi çok çabuk duyuldu... İstanbul’u taşa kesti, dondurdu... Dükkanlar kapandı, yaşam durdu... İnsanlar sustu, kendi içlerine çekiliverdi… İşte o gün İstanbul Üniversitesi’nde de saat dokuzu beş geçenin o uğursuz haberi duyuldu… Hukuk Fakültesinde çalışan bir Alman profesör ağlayan, üzülen öğrencilerin durumunu gördü ve çok şaşırdı… Derse girsin mi, girmesin mi bir türlü karar veremedi… Durumu anlatmak ve bilgi almak için rektörün yanına gitti… Ona, “Efendim, ne yapacağımı bilemiyorum… Kararsızım… Derslere girmeli miyim acaba?” diye sordu…

Rektör:

“Sizde böyle büyük bir adam ölünce ne yapılıyorsa onu yapın…” yanıtını verdi…
İşte o zaman Alman profesör, kollarını iki yana sarkıtarak şöyle dedi:

“Efendim, bizde bu kadar büyük bir adam ölmedi ki…”

Sevgili Atatürk,
Bırakıp gittin bizi
Sen’i unuttuk sanma

Zaman alışmayı öğretir belki; ama
Unutmayı asla!

Sonsöz: “Bana eksiklerimi sorma hayat; Mustafa Kemal derim, tamamlayamazsın…”

Yazdır   Önceki sayfa   Sayfa başına git  
YORUMLAR
Toplam 7 yorum var, 7 adet görüntüleniyor. Onay bekleyen yorum yok.

Küfür, hakaret içeren; dil, din, ırk ayrımı yapan; yasalara aykırı ifade ve beyanda bulunan ve tamamı büyük harflerle yazılan yorumlar yayınlanmayacaktır.
Neleri kabul ediyorum: IP adresimin kaydedileceğini, adli makamlarca istenmesi durumunda ip adresimin yetkililerle paylaşılacağını, yazılan yorumların sorumluluğunun tarafıma ait olduğunu, yazımın, yetkililerce, fikrim sorulmaksızın yayından kaldırılabileceğini bu siteye girdiğim andan itibaren kabul etmiş sayılırım.
 
Mustafa Kaymakçı 3 Temmuz 2018 Salı 20:07

Değerli Mehmet Kardeşim, Gençlerin Atatürk için kaleme aldıkları yazıyı bu gün okudum. Onları kutlamak isterim. Sevgi ve selamlarımla.

Yorumu oyla      9      5  
sezo 1 Temmuz 2018 Pazar 22:58

Atatürk düşmanı 1-2 kişi ile aynı yerde çalışıyorum. şu yazıyı okuyunca onların yerine ben utanıyorum.

Yorumu oyla      9      5  
Hatice Tatlı 1 Temmuz 2018 Pazar 22:04

Harika bir yazı, çok etkilendim

Yorumu oyla      10      5  
Giritli... 1 Temmuz 2018 Pazar 12:45

Muhteşem...

Yorumu oyla      12      5  
Yusuf 1 Temmuz 2018 Pazar 10:59

Ellerinize ve yureginize saglik. Ne mutlu turkum diyene

Yorumu oyla      14      5  
Atam 1 Temmuz 2018 Pazar 10:23

Bizi affet yazida emegi gecenlere tesekkurler

Yorumu oyla      14      5  
ali 1 Temmuz 2018 Pazar 09:32

mükemmel bir yazı, ellerinize yüreğinize sağlık.

Yorumu oyla      14      5  
FACEBOOK YORUM
Yorumlarınızı Facebook hesabınız üzerinden yapın hemen onaylansın...
Tayfun MARO
Tayfun MARO
Aydınlanmanın alacakaranlığında
Nedim ATİLLA
Nedim ATİLLA
Çöl tozu meselesi: Yararlı mı, zararlı mı?
Engin ÖNEN
Engin ÖNEN
Cumhuriyet'i ve Atatürk’ü anlamak
Kemal ARI
Kemal ARI
İstediklerimiz ve sorumluluklarımız
Mehmet KARABEL
Mehmet KARABEL
O gün bugündür!
Muhittin AKBEL
Muhittin AKBEL
Buralara bir daha dönme Göztepe!
Oytun NALBANTOĞLU
Oytun NALBANTOĞLU
Mutlu s’on!
Dr. Hakan Tartan
Dr. Hakan Tartan
Keser döner sap döner!
İhsan Özbelge ÖZDURAN
İhsan Özbelge ÖZDURAN
'Cehaletin tek korkusu kadındır…'
Nüvit TOKDEMİR
Nüvit TOKDEMİR
Papi Mehmet
ÇOK OKUNANLAR
ÇOK YORUMLANANLAR
FACEBOOK'TA EGE'DE SON SÖZ
GAZETE EGE'DE SONSÖZ
KünyeKünye İletişimİletişim FacebookFacebook TwitterTwitter Google+Google+ RSSRSS Sitene EkleSitene Ekle Günün HaberleriGünün Haberleri
Maxiva