Klasik müzik, yüzyıllardır insanlığın en incelikli kültürel üretimlerinden biri olarak varlığını sürdürüyor. Ancak bu sanat dalının sürdürülebilirliği, neredeyse kuruluşundan beri aynı temel soruya dayanıyor… Bu kadar sofistike bir kültür biçiminin yaşaması için kim, ne kadar ödemeye razı?

Bu soru yalnızca sanatsal değil, ahlaki bir meseledir. Çünkü klasik müzik, kendi doğası gereği “pahalı” bir sanat formudur. Onu yaşatmak, tıpkı bir bahçeyi yaşatmak gibidir; tohumları beslemek, toprağı işlemek, emeği ve zamanı esirgememek gerekir. Aksi halde, bir uygarlığın en zarif seslerinden biri sessizliğe gömülür.

1781 yılının Nisan ayında genç Wolfgang Amadeus Mozart, Viyana’dan babasına yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: “İnan bana, niyetim elimden geldiğince çok para kazanmak; çünkü sağlıktan sonra hayatta sahip olunabilecek en iyi şey paradır.”

Bu sözler, müziğin dâhisi olarak anılan bir sanatçının, sanatın aynı zamanda bir geçim aracı olduğunu hatırlattığı satırlardır. Bugün kulağa şaşırtıcı gelse de, Mozart’ın müzikle para arasındaki bu doğrudan bağı kurması aslında klasik müziğin yapısal gerçeğini yansıtır… Hiçbir orkestra, hiçbir opera topluluğu, uzun vadede yalnızca bilet gelirleriyle ayakta kalamamıştır.

Klasik müzik hem sanatsal hem de ekonomik olarak “yüksek maliyetli” bir alandır. Örneğin Londra’daki Kraliyet Operası’nda sahnelenen Puccini’nin Tosca operası iki orkestra şefi, on solist, 52 kişilik koro, 92 kişilik orkestra ve 60’tan fazla sahne teknisyeniyle gerçekleştirilir. Tek bir temsilin arkasında 200’ü aşkın profesyonelin emeği vardır.

Benzer biçimde bir senfoni orkestrası, yüzlerce yıllık repertuvarı yaşatmakla kalmaz, aynı zamanda yeni bestecilere, genç müzisyenlere, eğitime ve yerel kültürel yaşama yatırım yapar. Ancak bu yatırım, neredeyse hiçbir zaman bilet gelirleriyle karşılanamaz. Çünkü klasik müzik, özünde kamusal bir iyiliktir, bir toplumun kültürel oksijenidir.

Sanayi Devrimi öncesi Mantua Dükü’nü Monteverdi’nin, Esterházy Prensi’ni Haydn’ın müziğiyle hatırlarız. O dönemde sanat, aristokratik patronajla var olurdu. Aristokrasi çöktükten sonra bu görev devletlerin ve kamusal kurumların sorumluluğuna geçti.

Bugün Avrupa’da klasik müzik kurumlarının büyük bölümü, “kültür bir kamu hizmetidir” anlayışıyla devlet desteğiyle yaşar. Almanya’da 80’den fazla opera binası, 70’i aşkın senfoni orkestrası devlet ya da belediye kaynaklarıyla desteklenir. Fransa’da müzik araştırma merkezleri, konservatuvarlar ve festivaller kamusal fonlarla ayakta kalır.

Amerikan Modeli ise tam tersidir… Atlantik’in öte yakasında ise klasik müzik neredeyse tamamen özel bağışlara dayanır. New York Metropolitan Operası’nın yıllık bütçesi 250 milyon dolar civarındadır; bunun büyük bölümü bağışçılar ve vakıflardan gelir. Ancak bu sistemin de zaafları vardır: büyük bağışçılar genellikle sanatsal kararlarda etkili olur, bu da deneysel, riskli üretimleri kısıtlar.

Amerikan modeli piyasa dinamizmine dayanır; Avrupa modeli kamusal güvenceye. Her ikisi de sanatı yaşatmanın birer yolu olsa da, hiçbiri kusursuz değildir.

İngilizler; bu iki model arasında bir denge kurmayı başarmıştır. Londra dışındaki orkestralar gelirlerinin yaklaşık üçte birini kamu fonlarından, kalanını bilet satışlarından ve bağışlardan elde eder. Bu sistem, hem sanatsal özgürlük sağlar hem de seyirciyle canlı bir ilişki kurmayı zorunlu kılar. Ancak son yıllarda kültürel bütçelerdeki kesintiler, bu dengeli yapıyı da sarsmaya başlamıştır.

Türkiye’de klasik müzik, Cumhuriyet’in kültürel devrimleriyle birlikte filizlenmiştir. 1934’te Musiki Muallim Mektebi’nin Ankara Devlet Konservatuvarı’na dönüşmesi, bu sanatın devlet politikası haline gelmesinin ilk adımıydı. Ardından devletin kurduğu kurumlar, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası, Devlet Opera ve Balesi, Devlet Tiyatroları, Batı müziğini ulusal kültürün bir parçası haline getirdi.

Bugün Türkiye’deki hemen tüm senfoni orkestraları (CSO, İstanbul, İzmir, Bursa, Antalya, Çukurova, Samsun vb.) ve operalar Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından finanse edilmektedir. Bütçeleri doğrudan kamu kaynaklarından karşılanır; sanatçılar devlet memuru statüsündedir. Bu model, kurumsal devamlılık ve istikrar sağlar.

Ancak özel sektör desteği sınırlıdır. Az sayıda şirket (örneğin Borusan, İş Sanat, Sabancı Vakfı, Eczacıbaşı) uzun vadeli müzik projelerine yatırım yapmaktadır. İzmir’de ise sadece Olten Vakfı. Türkiye’de hâlâ “klasik müziğe sponsorluk”, prestijli ama dar kapsamlı bir faaliyet olarak görülmektedir. Dolayısıyla, sanatın kamusal niteliği güçlü olsa da, toplumsal sahiplenme ve özel kaynak katkısı zayıftır.

Bu yazıyı yazmamın nedeni Olten Filarmoni Orkestrasının, Elhamra Sahnesinde açtığı yeni sezon. Açılışta Fatma Olten’i destekleri için teşekkür ettiği şirketlerin sayısı bir elin parmağı kadar. Olten Ailesinin çabası olmasa bu orkestra da zor yaşar. Koskoca İzmir’de Jimmy Key, Mövenpick Hotel İzmir, Promeda, Semkim, Toyota Plaza Borovalı ve YorGlass var Olten Sanat’a destek olan… Hepsine bizden de teşekkürler.

Klasik müzik, dört yüzyıldır toplumsal değişimlere, savaşlara ve teknolojik devrimlere rağmen hayatta kalmayı başardı. Ancak bugün dijital çağın gürültüsü içinde bu sanatın ekonomik temelleri her zamankinden daha kırılgan.

Eğer klasik müzik insanlığın ortak mirası olarak yaşasın istiyorsak, bu sanatın desteklenmesi gerektiğini kabul etmeliyiz. Bu da yalnızca devletlerin değil, özel sektörün, yerel yönetimlerin, vakıfların ve bireylerin sorumluluğudur.

***

Konser notu da vermeliyim: Dünyaca ünlü şef Jurjen Hempel yönetimindeki orkestra, virtüöz kemancı Tosca Opdam’a eşlik etti. Başkemancı Mehmet Yasemin’in İstanbul’dan gelip katıldığı bu özel performans, klasik müzik tutkunlarına eşsiz bir deneyim sundu. Konser programında iki dev klasik vardı. Antonio Vivaldi- “Dört Mevsim” ve Franz Schubert – “Senfoni No.5” . Tosca Opdam’ın bis eseri J.S. Bach’ın Sarabande isimli eserinden bir bölümdü. Akgün Çavuş kardeşimiz de en başından beri orkestrayı çok iyi koordine ediyor. Hakkını teslim etmem gerek.

19 Kasım’daki bir sonraki konseri iple çekeceğiz.

Olten Dostları olarak açılış konserinde de bir araya geldik.